19 Şubat 2011 Cumartesi

La double vie de Véronique Filmi

Kieslowski’nin üçlemesinden sonra izlediğim bu film, kendi açımdan üçlemeden edindiklerimi bir nebze tamamlamamı sağladı. Yönetmenin dini ya da doğanın yaşamını sürdürmesi hakkında bir inancı olsun ya da olmasın, insan bilincinde sahip olamayacağı bir bilgi ile insanların hayatlarının etkilendiğini düşündüğünü çıkardım. Filme konu olan biri Fransız biri Polonyalı Veronik, birbirlerinden bilinç düzeyinde haberdar olmamalarına rağmen sezgisel olarak aslında birbirlerine bağlılar. Gerek dış görünüşü, gerekse bazı kişisel özellikleri birbirine benzeyen bu iki kadın da müzik alanında çalışıyor. Polonyalı Veronik’in konserde ölmesinin arkasından kamera oyunu ile onun üzerine toprağın atıldığını görüyoruz. Ancak bu Polonyalı Veronik’in bu dünya üzerinde işinin bitmiş olduğunu göstermiyor, Fransız Veronik’in bu ölümden etkilendiğini ve içinden bir “şey”in kaybolduğunu görüyoruz. Bu şey o anda keyif olarak adlandırabiliriz ama adlandırılamayan bir “şey” kayboluyor. Bence ne olduğunu bilemediğimiz o şey "collective unconscious" ile bağlantısı olan bir şey. Fransız Veronik’te. Nitekim, Fransız Veronik’in şarkı söylemekten vazgeçtiğini ve öğretmenliğe geçtiğini görüyoruz. Bu kararı kendinin benzeri Polonyalı Veronik’in performansı esnasında ölümü üzerine vermesi sezgisel olarak bundan etkilenmesi ile ilgili olabilir.

Üçlemede geridönüşüme cam şişe atan yaşlıların bir benzerini bu filmde poşet taşıyan yaşlı teyze ya da elinde bastonla yürüyen yaşlı teyze olarak görüyoruz. Nasıl bu sonuca vardım tam doğru kelimelerle anlatamayabilirim ancak bu sahne bile beni Bence Kieslowski’nin collective unconscious’a inandığını gösterdi. Yönetmene göre insanlar arasında onların da adlandıramadığı bir ortaklık var. Filmine konu olan kişiler hep bir şekilde ortak bir konu hakkında işaretler alıyorlar. Ve hiç birinin de bunun tam nedenini anlamış olup olmadıklarını görmüyoruz.

Filmde bir de ayakkabı bağı var değinmek istediğim, Polonyalı Veronik’in konsere seçilmek için katıldığı yarışmada elinde olan bağ ile Alexandre’nin Fransız Veronik’e postaladığı bağ arasında bir ilişki var. Fransız Veronik, kalp ölçümlerinin üzerine bu bağı koyduğu sahne bana çarpıcı gelmişti. Fransız Veronik’in işte o “şey”i hissettiği anlardan biri de o an olabilir. Alexandre’nin iki Veronik arasında bir bağ olduğunu bilmesi, yönetmenin bu kişiyi kendine (senaryoyu bilen ve iki rolün birbirine olan bağını bilen biri de kendisi olduğunu varsayarsak) ya da doğanın devinimini sağlayan “yaratıcı güç”le bağdaştırdığı çıkarımına vardım. Alexandre’nin kukla oyunlarında da iki Veronik’in bağı hissettiriliyor bize: Bale yapan genç kızın ölüyor ve onun dirilişi bir kelebek olarak meydana geliyor.

Yönetmen, yaşlanma süreci, ölüm, insanları birbirine bağlayan ortak alanlar, mistisizm, inanç, şans, tesadüf ve bunların tüm insanlığı birbirine bağlaması gibi konular üzerine düşünmüş biri. Filmlerinde kolektif bilgilerini bize kolay yoldan, kolay sahnelerle sunmuyor, bunun yerine çıkarımlar yapmamızı ve yorumlara kendi hayat tecrübelerimizi ve öğrendiğimiz bilgileri de katmamızı sağlayarak bize bir noktayı işaret etmeye gayret ediyor, bunu da çeşitli kamera oyunları ve sembolizasyonlar ile ortaya koyuyor. Bu filmde iki Veronik ile bize bir şey göstermeye çalışıyor, üçlemede Julie, Karol ve Valentine ile bize bir şeyler hissettirmeye çalıştı. “Rouge” filminin derste yaptığımız tartışmasından aklımda kalan bir bilgi parçalara bakarak bütün hakkında fikir elde edebileceğimizdi. Bu filmde iki Veronik'i bağlayan bağ ile tüm insanları bağlayan bağı bize sezdirmek istemiş olabilir. Belki de Kieslowski onun yapımları gibi parçalara bakarak, hayat ve varolma, hayatta kalma ve bağlar hakkında bize bütünü göstermeyi amaçlamıştır.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Zengin Avcısı

2006 yılında vizyona giren Zengin Avcısı filminin baş rolünde romantik komedi türü filmlerin yeni yıldız isimlerinden biri olan genç aktris Audrey Tautou rol alıyor. Macera tutkunu Irène (Audrey Tautou), büyük bir otelde garson olarak çalışan çekingen Jean’ın (Gad Elmaleh) bir milyarder olduğunu zannetmektedir. Aslında kim olduğunu öğrenir öğrenmez de ondan kaçar. Ama Jean Irène’ye gönlünü fena halde kaptırmıştır ve onu Fransa sahiline kadar peşinden izleyip bulur. Parasız kalmış olmasına karşın gönlünü kaptırdığı kızın hayat felsefesini benimser ve şaşalı bir konakta yaşamaya başlar. Bu yeni statüsü Jean’ı Irène’ye giderek yakınlaşmasına neden olur. Irène hayat tarzı hususunda kendisine tavsiyeler vermeye başlamaktadır. Bu durum onların birbirlerine daha da yakınlaşmalarına sebep olacaktır..

18 Ocak 2011 Salı

Son Filmi (Levent Kırca)

Levent Kirca’nin ilk filmi Son, 11 Ocak’ta Turkiye capinda 70 sinemada gosterime girdi. Ingiltere’den, aaaa ne guzel senelerdir televizyon’da Olacak O Kadar’i izledim, tiyatrolarini gordum demek simdi de film yapti eminim bir Arabesk kadar guzel hatta daha eğlenceli olacak gider gitmez izleyeyim diyerek buyuk bir hevesle geldim Turkiye’ye... Kafamda olan film senaryosu Levent Kirca Oya Basar ekilisinin senelerdir televizyonda izledigimiz Olacak O Kadar Televizyonu tarzinda birseydi. Cunku her ikisinin de hiciv tarzi senelerdir belli bir trende gidiyor ve biz de izleyiciler olarak bunu dogal olarak fazlasiyla alistik.
Ne var ki Son hayatlarinda hic birseyi basaramamis 6 kisinin hikayesini anlatiyor. Filmin ilk 15 dakikasi hep alistigim komedi tarzini gormeyi beklemekle gecti. Ama kisa bir sure sonra anladim ki bu filmde ne alistigim Levent Kirca var ne de alistigim Oya Basar. Film hakikaten sadece basarisizlik ustune kurulmus. Ana tema Yesilcam’in nasil imkansizliklar icinde filmi cektigi, eski sanatcilarin, artistlerin nasil unutulup gittigi ve gecimlerini surdurebilmek icin nasil hayat kavgasi verdigi uzerine kurulmus. Bu cercevde, zaten bir Turk olarak Turkiye’de gormeye cok alistigimiz bir takim olaylar da ele alinmis. Bir ornek vermek gerekirse bir milletvekilinin ne turlu “pisliklere” bulastigi, ya da medyada parasi olanin nasil dudugu caldigi vs vs... Yani sizini anlayacaginiz bizim zaten hergun herhangi bir gazeteyi actigimiz zaman karsilastigimiz haberlerden toparlanmis bir basarisizlik oykusunu sergileyen bir film Son. Levent Kirca Oya Basar ikilisi arada nadiren de olsa Olacak O Kadar Televizyonu'ndan alintilar yaptiklari sahneleri kullanmislar. Ama eger Son filmine gidecekseniz kafanizda belli senaryo beklentisiyle gitmeyin. Cunku bu ikilden gormeye alistigimiz komedi ve hiciv tarzindan cok farkli bir tarzla karsilasacaksiniz. Ben belli bir beklentiyle gittigim icin maalesef filmden asik bir suratla ciktim. Ama belki de hicbir beklentim olmasaydi filme baska bir gozle bakabilecektim.
Herkesin zevki farklidir, filmi gidin gorun, ne de olsa senelerin sanatcilarinin, tiyatrocularinin bir araya geldigi bir yapim. Son olarak, benim tek “sert” elestirim, ya da soracagim soru;acaba Turkiye’de son donemlerde bu kadar “basarisizliklar” yasanirken neden filmi tam bir komedi tarzinda degilde traji komedi tarzinda cekmisler... Belki de Levent Kirca bir ayna gorevi gorup bizi bize yansitmak istedi ve hayat her zaman bir komedi degil demek istedi, bilemiyorum...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Aşka İki Hafta

Aşka İki Hafta Film Eleştirisi
George Wade (Hugh Grant) cok zengin ve cok capkin bir is adamidir. Lucy Kelsen (Sandra Bullock) ise Harward mezunu kendini sosyal hukuk danismanligina adamis son kusak hippi bir avukattir. Wade sirketler toplulugu Lucy’nin mahallesindeki 1920lerden kalan bir sosyal tesis binasini yikip yerine cok kar getirecek bir gokdelen dikmeyi planlamaktadir. Lucy buldozerlerin onune yatarak yikimi durdurur ve George ile konusup bu yikimi iptal etmeyi planlamaktadir. George sirketin bir nevi sosyal imajidir. Sirket aslinda agabeyi tarafindan yonetilmektedir. Ve George’un tum karizmasi capkinlik yapmaktan oteye gidememektedir. Agbeyi sirkete dogru durust bir avukat bulmasini istemektedir.Cunku mevcut avukat sirketin yeni gokdelen projesi icin adam gibi savasabilecek biri degildir. Tam bunlar olurken Lucy ,George ile konusmak icin sirkete gelir. Tanismalarinin hemen ilk dakikalarinda George Lucy’e is teklif eder. Cunku agbeyinin buyruklarina boyun eymek zorundadir ve firsat agayina gelmistir. Lucy yikilacak binanin engellenmesi icin buldozerlerin onune yatan kisinin kendisi oldugunu soyler ve boyle bir isi kabul edemeyecegini tum hayati boyunca George gibi zengilere karsi savastigini soyler. Kisa bir pazarlik sonucunda Lucy isi kabul eder. Cunku George ona tarihi binayi koruyarak gokdelen yapacaklarina dair soz verir, karsiliginda da Lucy’den sirketin tum yasal sorunlarina kati cozumler bulmasini ister.

Lucy ise basladiktan kisa bir sure sonra Wade sirketinin avukati olmak disinda George’unda bir nevi kisisel asistani olmustur. Oyle ki George o gun giyecegi gomlegin secimini bile Lucy’e sorarak yapar hale gelmistir.

Idealist avukatimiz George’a belli sure sonra katlanamaz hale gelir ve isten 2 hafta icinde ayrilacagini George’a soyler.

Hugh Grant filmde neredeyse iki dakida bir espri yapiyor. Hepsine gulmediysem bile coguna guldum. Film siradan bir komedi olmasina ragmen arada cok ince espiriler var. (Mesela Bush’lar hakkinda olan).

Mark Lawrence’si yine Bullock’un oynadigi Miss Congeniality’den taniyoruz. Lawrence bu filmin hem yazari hem yonetmeni. Daha once Miss Congeniality’de Bullock’un oynadigi karakterle Lucy inanilmaz benzesiyor. Ayrica hatirlatmak isterim Bullock bu filmin yapimcisi.

Film tatli bir romantik komedi. Hafta sonu kafa yormadan, eylenerek izleyebileceginiz bir film. Son haftalarda vizyondaki filmleri dusunecek olursak bu film hic degilse baymiyor ve eğlendiriyor. 

American Beauty

American Beauty
Erimiş Amerikan Rüyası...
Empire dergisi yazarı Ian Nathan Amerikan Güzeli için bakın neler demiş:

"Amerikada gösterime girmesinin ardından türlü kritiklere ve Oscar dedikodularına ismi karışan film, İngiliz yönetmen Sam Mendes'in milenyum öncesi sıradan amerikalıları çileden çıkarmasıyla komik ve oldukça heyecan verici. Film aynı zamanda Kevin Spacey'nin beyaz perdeyi fetheden oyununa sahne oluyor. Aslında bir kariyer belirleyici rol olmasına karşın Spacey için American Beauty'deki rolü bir başka "kariyerinin en iyi"si. Zaman zaman testeron yüklü Fight Club'a benzeyen American Beauty, orta yaşta bir aile erkeğinin kendini yeniden keşfetmesi, orta-yaş krizine kapılması ile ilgili. Çözüm ise "sana ne iyi gelirse onu yap" temalı Zen tedavisi. Her iki film de "gücün varsa beni vur" sahneleriyle ateşlenmiş ve günlük olaylara, nesnelere yarı-derin saldırılara sahne. Fakat Amerikan Güzelinin Brad/Ed ikilisini alt ettiği nokta, insanlığa ve aşka tutkunluğu; her ne kadar bu tutku hayalkırıcı derecede erişilmez de olsa. Spacey'nin canlandırdığı Lester Burnham, yeniden doğuşunu kızının arkadaşı Angela (Suvari)'ye borçludur. Birden demir pompalamaya başlayan Lester, artık-bu-boku-çekemem edalarıyla işini terkeder ve hamburgercilik yapmaya başlar. Lester'in bu serbest düşüşünü karısı Carole (Benning)'in daha belirgin derecede yıkımı ve kızı Kate (Birch)'in cinselliğini keşfetmesi izler.

Suvari'nin güller içinde banyo yapan hayali görüntüleri ve yönetmen Mendes'in "burası heryer olabilir" tarzında boş yıpranmış ve koyu renkli duvarlı görüntüleri Burnham'ın cinsel ve insani uyanışına atmosfer oluyor. Komşu gençWes Bentley ise Burnham'in kızına hasta derecede aşıktır ve filmin gerçek aşkı kovala felsefesine Mendes'in hoş kamera oyunlarıyla birlikte Bentley'i çevreleyen dünyaya şahit oluyoruz. Sonuçta kim ne yapmış şapşallığıyla belirsiz bir biçimde sona eren film zaman zaman gereksiz şekilde komik ama sığ görüntülere sahne oluyor. Yine de tüm bunlar Amerikan rüyasının eriyişinin derin incelemesi ve mizahi anlatiminin yaninda ufak ve önemsiz hatalar olarak kalıyor."

2 Ocak 2011 Pazar

Adı Vasfiye

Vasfiye'nin çocukluğundan orta yaşına kadarki yaşamı, hayatına giren erkeklerin ağzından anlatılır. Atıf Yılmaz-Müjde Ar filmlerinde her zaman olduğu gibi, bu filmde de ana karakter Vasfiye, erkeklerin tacizine uğramış, aşık olmuş, aşık olduğu kişiyle sevişmiş, güzel bir kadın olduğu için erkeklerin baskısına uğramış, eve kapatılmış, ve hatta pavyona düşmüştür.

Ancak bu filmde diğerlerinden farklı olarak Vasfiye'nin hayatı arabesk biçimde anlatılmamıştır. Yazacak bir şeyler arayan bir yazarın kafasında olup biter her şey. Bir pavyon kadını ile ilgili bilgi toplamaya başlar, sonra her şeyi kafasında kurduğunu anlarız ancak vasfiyenin ona verdiği bir gülü filmin sonunda cebinden çıkararak aslında yaşananların gerçek olabileceğini de gösterir bize yazar.

1 Ocak 2011 Cumartesi

The Winter Guest (1997) - Bir Kış Masalı

Yönetmen: Alan Rickman
Senaryo: Sharman Macdonald
Oyuncular: Phyllida Law – Elspeth, Emma Thompson – Frances, Sheila Reid –Lily, Sandra Voe – Chloe, Arlene Cockburn – Nita, Gary Hollywood – Alex…

Film İskoçya’da bir kasabada geçiyor. Hava buz gibi, her yer bembeyaz, kar ve buz kaplı. Eşini kaybetmiş Frances’in yas süreci içinde olduğunu görüyoruz. Frances, acı içinde ve bu acıdan bambaşka bir yere (Avustralya) gidip eşini unutarak kurtulabileceğini düşünüyor. Bu arada annesi Elspeth ile sürekli tartışıyor. Oğul Alex de babanın kaybının getirdiği duygularla boğuşuyor. Bu süreçte tanıştığı Nita’nın ona sosyal destek sağladığını söyleyebiliriz... Filmde ayrıca iki yaşlı kadının (Lily ve Chloe) ve okuldan kaçmış iki küçük çocuğun (Sam ve Tom) yaşamlarından da ufacık bir kesit seyredip, onların sohbetlerini dinliyor, duygularına ve düşüncelerine şahit oluyoruz...