27 Aralık 2010 Pazartesi

Dustin Hoffman

Metodun krallarından, yaşayan en büyük aktörlerden Dustin Hoffman.. 

60 ların başlarında çeşitli TV yapımlarında boy gösterdikten sonra ilk filmi 'The Tiger Makes Out'da rol aldı ve hemen ardından unutulmaz 'The Graduate'da annesi yaşındaki aile dostları Mrs. Robinson ile ilişki yaşayan genç Benjamin Braddock rolüyle ilk patlamasını yaptı(ve ilk Oscar adaylığı)...Amerikada seks sembolü olmuşken iki sene sonra çok cesur bir kararla 'Midnight Cowboy' filminde, önceden edindiği imajın %100 zıttı olan sokak serserisi/dolandırıcı Ratso Rizzo rolünde sinema tarihinin sayılı performanslarından birini vererek yeteneğini kanıtladı(2. Oscar adaylığı).. Rolü almak için filmin yapımcısını ikna ediş hikayesi de Hoffman'ın ne kadar hırslı, tuttuğunu koparan ve oyunculuk aşkıyla yanıp tutuşan biri olduğunu gösterir:


Yapımcı Jerome Hellman Dustin'in 'The Graduate' filmiyle elde ettiği başarıdan/imajdan sonra Rizzo rolü için uygun olup olmadığından emin değildir. Bunun üzerine Dustin ondan Manhattanda bir sokakta onunla buluşmasını ister..Buluşma yerinde Hoffman leş gibi kıyafetler içinde bir sokak serserisi kılığına girmiş insanlardan bozukluk dileniyordur..Hellman onu sıradan bir sokak serserisi sanıp ilgi göstermez..Hoffman'ı beklerken birkaç dakika sonra serseri gelip kendini tanıttığında ise şok olur..Rol o anda Hoffman'a verilmiştir..

70li yıllarda 'Straw Dogs', 'Papillion', 'All the President's Men','Marathon Man', 'Kramer vs Kramer' (ilk Oscar ödülü) gibi filmlerde muhteşem performanslar sergileyip Hollywooddaki yerini sağlamlaştırmış, kariyerinin ileriki yıllarında da eskisi kadar
kaliteli filmlerde oynamasa da mükemmel metod oyunculuğu ve geniş rol yelpazesiyle sinema tarihinde yeri doldurulamayacak aktörler arasına girmiştir..

Fritz Lang Filmleri

Asıl adı Friedrich Christian Anton Lang olan yönetmen 5 Aralık 1890 yılında Viyana'da doğdu.Babası mimar olan Lang,ileride filmlerinde
sikca kullanacagi mimari yetisini Viyana tek. üniv. Mimari ve Grafik Sanatları bolumunde okuyarak kazandi.
1910'da geçimini rasgele işlerle sağladığı Çin, Japonya, Kuzey Afrika ve Rusya'ya gitti.
1913 yılında Avrupa'ya tekrar donerek Paris'e yerleşti ve orada ressam olarak çalışmaya basladi.Bir yandan da Paris Sanat Akademisinde egitimini surdurdu.
Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılan Lang,Avusturya ordusunun birlikleri için sahnelenen oyunlarda da rol aldı. Savaşta yaralanan Lang,
Viyana'da istirahat dönemini geçirirken yazdığı senaryolarla dikkat çekti.1916 yılında ilk senaryosunu yazan Lang, ayni zamanda oyuncu olarak sahneye çıktı.
Lang, 1918 yılında Avrupa'nın başta gelen sinema merkezi Berlin'e gitti ve yönetmenliğe soyundu.1919 yılında ''Halbblut'' adlı ilk filmini çekti.
Sonra 1919 yilina 4 film daha sigdirdi.1920 yilinda, senaryosu 1922'de evlendigi Thea Von Harbou tarafından yazılan ''Der Müde Tod'' adli filmi cekti.
Bu filmde ışık ve gölge oyunlarıni, ayrıca arka planları çok etkili bir biçimde kullanmasıyla dikkatleri uzerine topladi.
1922 ile 1924 arasinda 3 tane daha film ceken Lang, kafasindaki filmi yapmak icin hazirliklara basladi.Ve 1927 yilinda sinema tarine bir kult film olarak
gecen ilklerin filmi Metropolis'i cekti. Daha sonra, artik kendini kanitlayan Lang, 1933'e kadar esi Thea Von Harbou'la birlikte heryil bir tane buyuk film
cekti.Ama 1933'te cektigi "Das Testament des Dr. Mabuse" adli filmindeki Demagog ismindeki akil hastasi karekter'in tipinin Hitler'le
acik parelellikler gostermesi, nazi propaganda başkani Joseph Goebbels'in dikkatini cekti ve Lang'i burosuna cagirarak uyardi.Lakin bir yandan da
Naziler icin propaganda filmleri yapmasi onerildi.Lang, ayni gece Paris'e kacti.Sonra da ABD'ye gecti...Film sirketi M.G.M.'den bir teklif
alarak ''Fury'' adlı ilk Amerikan filmini gerçekleştirdi.ABD'deki çalışma koşullarından memnun kalmayan Lang 1956'da Almanya'ya geri dönerek
''Der Tiger Von Eschnapur'' adlı iki bölümlük zengin serüven filmini çekti.60'lı yılların ortasında ABD'ye dönen Lang yaşlılık yıllarını orada geçirdi.
Son yılarda gözleri hemen hemen hiç görmeyen Lang 2 Ağustos 1976'la Los Angeles'te öldü.

YÖNETTİĞİ FİLMLER Almanca ( İngilizce )

Halbblut (The Half-breed) - 1919
Der Herr der Liebe (Master of Love) - 1919
Die Spinnen 1. Teil: Der goldene See (The Spiders Part 1. The Golden Lake) - 1919
Harakiri (Madame Butterfly) - 1919
Die Spinnen 2. Teil: Das Brillantenschiff (The Spiders Part 2. The Diamond Ship) - 1919
Das wandernde Bild (The Wandering Image) - 1920
Kämpfende Herzen/Die Vier um die Frau (Fighting Hearts/Four around a Woman) - 1921
Der müde Tod (Destiny/The Weary Death) - 1921
Dr. Mabuse, der Spieler 1. Teil: Der grosse Spieler - Ein Bild unserer Zeit (Dr. Mabuse, the Gambler Part 1. The Great Gambler - A Picture of Our Time)
Dr. Mabuse, der Spieler 2. Teil: Infemo - Ein Spiel von Menschen unserer Zeit (Dr. Mabuse, the Gambler Part 2. Inferno - A Play about People of Our Times) - 1922
Die Nibelungen 1. Teil: Siegfried (The Nibelungen Part 1. Siegflied) - 1924
Die Nibelungen 2. Teil: Kriemhilds Rache (The Nibelungen Part 2. Kriemhild's Revenge) - 1924
Metropolis - 1926
Spione (Spies) - 1928
Frau im Mond (Woman in the Moon) - 1929
M - 1931
Das Testament des Dr. Mabuse (The Last Will of Dr. Mabuse) - 1933
Le testament du docteur Mabuse (French language version; co.d René Sti) - 1933
Liliom [France] - 1934
Fury [US] - 1936
You Only Live Once [US] - 1937
You and Me [US] - 1938
The Return of Frank James [US] - 1940
Western Union [US] - 1941
Man Hunt [US] - 1941
Hangmen Also Die! [US] - 1943
Ministry of Fear [US] - 1943
The Woman in the Window [US] - 1944
Scarlet Street [US] - 1945
Cloak and Dagger [US] - 1946
Secret beyond the Door... [US] - 1947
House by the River [US] - 1949
American Guerrilla in the Philippines/I Shall Return [US] - 1950
Rancho Notorious [US] - 1952
Clash by Night [US] - 1952
The Blue Gardenia [US] - 1953
The Big Heat [US] - 1953
Human Desire [US] - 1954
Moonfleet [US] - 1955
While the City Sleeps [US] - 1955
Beyond a Reasonable Doubt [US] - 1956
Der Tiger von Eschnapur (The Tiger of Bengal) - 1959
Das indische Grabmal (The Indian Tomb) - 1959
Die tausend Augen des Dr. Mabuse (The Thousand Eyes of Dr. Mabuse) - 1960

26 Aralık 2010 Pazar

Tystnaden (The Silence) (1963)

Ne hoş ... Birbirimizin dilinden anlayamamamız ne hoş ... (Anna)

Konuşmanın, ama aynı zamanda konuşamamanın filmi bu .. Yukarda alıntıladığım replik filmin tüm ruhu esasında .. Aralarında lezbiyen ilişki olan iki kız kardeşin garip yaşantısına bir çocuğun gözlerinden tanıklık etmek .. Çocuğun filmdeki kullanımı Bergman'ın anlatısına saflık duygusunu yerleştirmekte bir ölçüde .. Lezbiyen kardeşlerden Anna cinsel bir arayış peşinde .. Bir ten, bir doku arayışı belki de onun kardeşinden uzaklaşma isteğinin karşılığı .. İşte sessizlik tam da bu noktada devreye giriyor, ve konuşurken anlaşamıyor olmanın getirdiği sessizlik filmin temel anlatısını oluşturuyor..

Konuşurken de sessizliği anlatmak ancak bergman gibi anlatıcıların yapabileceği bir şey olsa gerek..Ve filmin ilerleyen safhalarında Ester'in giderek yalnızlığıyla başbaşa kalmasının getirdiği histeri durumuyla yüzleşiyoruz..Çırpınıyor, çırpınıyor ama nafile .. Kendi yalnızlığını kısmi de olsa belki sadece Bach'ın ölümsüz notalarında keşfediyor Ester.. Bach estetiğiyle bergman objektifinin birleşimi, sessizliği otelin koridorlarında bir çoçuğun gözlerinde yakalıyıveriyor.. Belki de Bergman'ın ele aldığı konuyu yansıtması açısından en cüretkar filmi ..

Saf sinema koklamak isteyen bünyelere önemle tavsiye edeceğim filmlerden.

25 Aralık 2010 Cumartesi

İlk Sinema Eleştirisi Örnekleri

"...Pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde yalnız sanayi-i nefise müntesipleri değil, her Türk'ü utandırmıştı. Herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı, biraz daha az bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."

" Muhsin Ertuğrul, Temaşa Dergisi, Ağustos 1918 "

"Mürebbiye" üstüne

"...maateesüf film herşeyden ziyade dekor hususunda iptidai ve fakir bulunuyordu. Paris'teki otel, odalar, Dehri Efendi'nin konağındaki salon ve oda köşeleri bilhassa kapılar pek nisbetsiz, möbleler fakir bir halde idi. Bundan maada dikkatsizliğe atfetmekte muzdar bulunduğumuz bazı potlar da yok değildi..."

" İ.Galip Arcan, Temaşa Dergisi, Haziran 1919 "

"...Bu haftanın filmleri içinde "Üç Nikah" isimli filim bilhassa dikkata şayandır. Fakat bu filim san'at itibariyle değil muhteva itibariyle ehemmiyetlidir. Bu eser çok kötü bir Amerikacılık propagandasıdır. Harb-ı umumiyi Amerikan emparyalizmi noktai nazarından idealize eden bu filimlerin sık sık gösterildikleri vakidir. Harbı-umuminin hatırlarını, Çanakkaleden gelen top seslerini daha unutmadık, o güllelerin içinde Amerikan gülleleri de vardı. Onları yapan ve atan elleri alkışlayamayız..."" Sinema Gazetesi, Ekim 1929 "

Sanat dergilerinde kıpırdanma 1941 ile 1944 yılları arasında görülmektedir. Ancak dergilerde asıl kıpırdanış, günlük gazetelerde film eleştirmenlerinin ilk örneklerinin denenmeye çalışıldığı 1950 sonlarına rastlar. 1950 sonunda Nijat Özon, N.Özer takma adıyla, Ankara'da çıkan 'Yağmur ve Toprak' dergisinde, ertesi yıl yine N.Özer ve Atilla İlhan 'Pazar Postası'nda sinema üzerine yazılar yayınlamaya başladılar.

1953 yılında gazetelerin aylık, 15 günlük, haftalık sanat ekleri çıkarmaları bir yandan sanat dergilerinde başlayan sinema yazarlığının daha iyi yerleşmesine, genişlemesine, bir yandan da sinemanın gündeliklerde daha ciddi olarak ele alınmasına, daha geniş okuyucu kitlesine erişmesine yol açtı. 'Dünya' gazetesinin sanat ekinde Semih Tuğrul, Metin Erksan; 'Vatan'ın sanat ekinde Atilla İlhan, Tunç Yalman sinemanın genel konularına eğiliyorlardı.

Gündelik gazetelerde film eleştirisinin yer alması da dergilerdeki gelişmeyle aşağı yukarı beraber gitmiştir. Gazetelerdeki film eleştirileri önce tanıtma yazıları olarak yer aldı. Bu alandaki ilk çalışmalar Melih Başar ve Vehbi Belgil'e aittir. Başar, 1949-50 sinema mevsiminden başlayarak 'Ulus' gazetesinde; Belgil 1951 başında 'Yıldız' dergisinde, biri Ankara'da öteki İstanbul'da eleştiriye başladılar.

Atilla İlhan ve Burhan Arpad 'da 1952-53 mevsiminin başında 'Vatan'da haftanın filmlerini eleştirmeye başladılar.Bu yıllarda eleştiriyle ilgilenen diğer isimler ise; Metin Erksan, Semih Tuğrul, Tuncan Okan ve Dinçer Güner'dir.

1956 yılı, gündelik gazetelerden sanat dergilerine, ciddi sinema dergilerinden haftalık siyasi dergilere, sinema kitabına kadar uzanan çeşitli çalışmaların ilk olarak aynı zamanda ortaya çıkması bakımından, yurdumuzda sinema yazarlığının dönüm noktası olmuştur. 1956'da, beş gündelik gazetede ( Vatan, Dünya, Yeni Sabah, Ulus ve Milliyet) düzenli olarak film eleştirileri yayınlamaktadır. Biri haftalık diğeri onbeş günlük iki sanat dergisinde (Pazar Postası, Yeditepe) ve haftalık bir siyasi dergide (Akis) sinemaya geniş yer veriliyordu.

Nitekim ertesi mevsime girerken, bir mevsim önceki sinema yazarlığı konusunda 'Akis'te, 'Üçüncü Adam ' başlıklı bir uzun eleştiri yazısı (Nijat Özon ve Halid Refiğ tarafından yazılmıştır, sayı 174, Eylül 1957 ), gündelik gazetelerdeki film eleştirisi konusunu ele alıyordu.

Bu yazıyı izleyerek, sonradan fikir ayrılıklarıyla kırıcı yazılarla birbirini yaralayan iki arkadaş durumuna düşecek olan Özon/Refiğ ikilisi bu derginin sinema sayfasını üç yıl boyunca birlikte düzenlediler.

O tarihlere kadar pek önem verilmeyen eleştiriler, etkili olmaya başlayınca özellikle 'Duvaklı Göl' (Atlas Film) ve 'Kamelyalı Kadın' (Mual Film 1957) filmlerine yöneltilen eleştiriler yapımcı Nazif Duru ve Yönetmen Şakir Sırmalı'nın tepkileriyle karşılaşıp basında günlerce süren ve neredeyse mahkemeye intikal edebilecek bir hava yaratınca, eleştirilerin etkenliği ve gerekliliği kamuoyunda yankılanmış oldu.

Gerçekten de sinema yazarlarının yavaş yavaş birleşmelerine de yol açan bu durumdan sonra, ortaya çıkan konu, giderek gündelik gazetelerde yerleşmeye başlayan film eleştirmenlerinin, özellikle yerli filmler üzerinde yapılan eleştirilerin bir takım sinemacılarda uyandırdığı şiddetli tepkiydi. Bunun ilk büyük örneğini "Kamelyalı Kadın" filmi dolayısıyla görüldüğünü belirtmiştik.

Nitekim sinema yazarları daha geniş bir kadroyla, daha yoğun bir çalışmayla 1957-1958 mevsimine başlamışlardı ki, daha mevsimin yarısında "Duvaklı Göl" filmi yüzünden, yapımcılar ve sinema yazarları arasında ikinci büyük tartışma başladı.

Film eleştirmenlerinin filmi değerlendirmek için kullandıkları 'yıldız'lardan hoşlanmayan birtakım yapımcılar, eleştirmenleri mahkemeye vermekle tehdit edecek kadar ileriye gittiler. Tartışma bu şekilde gereksiz bir mecraya dökülerek, sinema yazarlarının işbirliğini daha da kuvvetlendirmekle sonuçlandı. Aynı zamanda yerli sinema üzerinde daha geniş biçimde durmaya başlayan sinema yazarları ile geniş görüşlü, aydın görüşlü sinemacılar arasında gittikçe bir yakınlık meydana geldi. Bu yakınlık, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ile Türk Sinema Sanatçıları Derneği'nin birlikte düzenlediği film festivaline kadar sürdü.

Bu arada 1957-1958 mevsiminde, 'Milliyet'te Tuncan Okan, 'Tercüman'da Semih Tuğrul, 'Akşam'da Halid Refiğ, 'Yeni Sabah'ta Çetin Özkırım 'Vatan'da Salah Birsel, daha sonra Ali Gevgilili; Ankara'daki 'Ulus'ta Nijat Özon, 'Akis'te Özon ve Refiğ, 'Kim' haftalık dergisinde Tuncan Okan, 'Pazar Postası''nda Tarık Dursun Kakınç, 'Dost'ta Özon çalışmalarına devam ediyorlardı.

Aynı yılın Mart ayında, "Sinema-Tiyatro Derneği"nin çevresinde toplanan gençler "Sinema-Tiyatro" adıyla aylık bir dergi yayınlamaya başladılar. Bununla birlikte derginin ağırlık noktası tiyatro üzerinde toplandığından sinema bölümüm çok zayıf kalıyordu. Bu dergiyi 155 gün sonra İstanbul'da Çetin A.Özkırım'ın yayınladığı "Sinema 59" izledi. Bir yıl sonra da Kakınç ile Gevgilili'nin "Yeni Sinema" isimli dergisi çıktı. En çok bir yıl yaşayan bu dergilerin tutumu daha önce Özon / Refiğ ikilisinin yayınladığı "Sinema" dergisinin paralelinde bulunuyordu.

27 Mayıs 1960 devrimininden sonra, Türk Sineması'nda eleştiriden uzak ve yöntemsiz eleştirilere rastlamaktayız. O günkü 'Cumhuriyet', 'Tercüman', 'Akşam', 'Ulus' ve 'Milliyet' gibi günlük gazetelerde; 'Hey', 'Ses' gibi haftalık magazin dergilerinde yayınlanan eleştirilere bakınca 1950-1960 arasındaki eleştirilerdeki ciddi tutumdan uzaklaşılmış olduğunu görmekteyiz. Bu eleştirilerden nispeten tutarlı olanlar da yabancı filmlere aittir. Buna neden olarak Türk Sineması'nın, eleştirmenlerin bütün uyarılarına karşın, Yeşilçam'ın ticari poltikasına kurban edilmesinden dolayı eleştirmenlerin gösterdiği tepkinin hala devam etmesi öne sürülmektedir.

1960'dan bu yana 1965 yılında yayınlanan iki önemli dergide 'Sinema 65' ve 'Sinematek'in yayın organı 'Yeni Sinema'da, zaman zaman Türk filmlerine dair eleştiriler görülmekteydi. Bu iki dergiden ikincisi 30 sayı kadar çıktıktan sonra yeni bir şekil verilmek ve üç ayda yayınlanmak kaydıyla yayınını durdurdu. Diğeri ise altı sayı yayınlandıktan sonra diğer ciddi sinema dergilerinin akıbetine uğradı. 1960'dan bu yana 'Yeni Sinema' ve 'Genç Sinema' ile birlikte diğer günlük yayın organlarında değerli eleştirilere çok sık rastlamamaktayız.

1968 yılında yayınlanmaya başlayarak altıncı sayısından sonra yayın hayatı aksamış olan AS Akademik Sinema Dergisinde de Turhan Gürkan, Nezih Çoş ve Taylan Altuğ imzalarıyla eleştiri yazıları yayınlanmıştır.Bunları izleyerek 'Yedinci Sanat', 'Çağdaş Sinema', 'Gerçek Sinema' gibi üç önemli dergide çıkmış; ilki 1964'e kadar 23 sayı yayınlamış; diğer ikisinin yayını aksayarak 10-15. sayılarına ulaşıncaya kadar yürütülmeye çalışılmıştır.

Bütün sinema yazarları arasında: Tuncan Okan, Turhan Gürkan, Atilla Dorsay, Agah Özgüç, Erman Şener, Tanju Akerson ve Nijat Özon'ün isimleri önde gelmektedir. Ancak Nijat Özon, son zamanlarda sinema yazılarını seyreltmiş, (yalnız en son, kapanan 'Devrim'de yazmaktaydı); eleştiriden de hemen hemen vazgeçmiştir.

Konu içinde değinilen Türk filmlerinin kalitesizliği, iddiası eleştiriyi hiçbir yere götüremez, görevi aksatmak için bir özür de sayılamaz. Ciddi ve tarafsız bir tutumla sanat değeri olsun, olmasın filmler üzerinde durup onları değerlendirmek film eleştirmenlerinin görevidir.

* 1960'lı yıllarda ortaya çıkan 'Ulusal Sinema', 'Milli Sinema' ve 'Sinema' ve 'Devrimci Sinema' tartışmaları, yayınlanan dergilere de yansımış, film eleştirilerindeki dünya görüşünde önemli etkileri olmuştur.

Erman Şener, 1960-1970 tarihleri arasındaki film eleştirisinin durumunu şöyle yazıyor;

"Sinema eleştirisi sustu artık Türkiye'de. Bir Çetin Özkırım'la, Atilla Dorsay'ın dışında film eleştirisi yapan pek yok. Oysa 1956'larda durum ne değişikti. Her gazetede, her dergide film eleştirisi sütunu vardı. Peki bu bolluktan bu yokluğa nasıl geçildi dersiniz? Bence en önemli öğeyi, halkı unuttuk eleştiride. Brighton Okulu, yeni gerçekçilik, pan, travelling derken halka itibarımızı bütün bütüne yitirdik. Nüfusumuzun % 60'ı okur-yazar olmayan; okur-yazar olanların içinde de örneğin alfabede bir (i) harfi olduğunu pek çabuk unutuveren bir toplum için yazdığımız yazıları fazla teknik bilgilerle doldurduk.

Üstelik bunları kolayından, basitinden değil zorundan aldık. Sonunda da bağ koptu tabii ! Bununla "Eleştirinin faydası dokunmadı?"mı demek istiyorum.Ne münasebet. Çok faydası dokundu eleştirinin...Ama daha faydalı olabilirdi üstelik yöntem koşullar düşünülerek tespit edilseydi eleştiri bugünkü çıkmaza da girmezdi. "Halk Sineması" ve "Ulusal Sinema" tarışmaları bir alev gibi parladı o suskunluğun üzerine. Bir takım gerçekler çıktı ortaya. Tezler, antitezler arasında sinema severler senteze vardılar. Peki, eleştiri bu çıkmazdan çıkabilir mi, kurtarabilir mi kendini? Zor, çok zor..."

1970 yılında 'Ulus' gazetesinde Enis Batur 'Haftanın Filmleri' başlıklı eleştiriler yapmaktaydı.1975'de yayınlanan 'Yeni Ulus' gazetesinde de Turhan Tanyer'in eleştirileri yayınlanmaktaydı.

Yine 1970-73 yılları arasında Burçak Evren de 'Dünya' gazetesinde 'Tanıtma Yazıları' ve 'Klasik Eleştiri' yöntemlerinden yararlanarak film eleştirileri yapmaktaydı. 1979 yılında Milliyet Magazin'de Erman Şener ve Haldun Dormen sinema ile ilgili yazılar yazarken, gazetede de tekrar Halit Refiğ'in film eleştirilerine rastlıyoruz.

1970-80 yılları arasında gazetelerde film eleştirisi alanında bir önceki dönemden farklı, eleştirinin düzenli yayınlanması açısından herhangi bir gelişme bulunmamaktadır. 1968 yılında televizyonun yayın hayatına başlamasıyla birlikte gazetelerde televizyon sayfaları yer almaya başlamaktadır.Gazetelerde yine Atilla Dorsay ve Kami Suveren'in dışında aksayarak giden film eleştirileri görülmektedir.

Nijat Özon 1970'den sonraki eleştirinin durumunu şöyle anlatıyor.

"1970'lerden sonra bu dergiler ( 1960'lı yılların ikinci yarısında yayınlanan sinema dergileri) ve birkaç gazete hariç eleştirilerde kayboldu. O sırada ülkemizde enflasyon sineması hüküm sürüyordu. Herkes aynı sorunları tartışmaktan bıktı, eleştiri de aynen Türk Sineması gibi bir durgunluk dönemine girdi."

Bu yıllarda kayda değer üç çalışma dikkate değer niteliktedir. Bunlardan ilki 1973 yılında yayınlanan Giovanni Sconamillo'nun "Türk Sinemasında 6 Yönetmen" adlı yapıtıdır. Scognamillo, Lütfü Ö.Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Halit Refiğ, Osman Seden, Memduh Ün'ün filmlerini "Derinlemesine Eleştiri" yöntemiyle incelemiştir.26İkincisi eleştirmen Atilla Dorsay'ın 1977 yılında eleştirilerini topladığı "Mitos ve Kuşku" adlı yapıtıdır.

1977 yılında ise Alim Şerif Onaran'ın "Bilimsel Eleştiri"ye örnek gösterilebilecek "Lütfü Ömer Akad'ın Sineması" adlı yapıtı yayınlanmıştır.

1981 yılında Nezih Coş her hafta düzenli olarak Dünya Gazetesinde film eleştirileri yapıyor.Bunun yanı sıra Çetin A.Özkırım ve Münir Emre'nin de düzenli olmayan film eleştirilerine rastlamaktayız. 1983-84 yılları arasına Milliyet Gazetesinde Burçak Evren eleştiri yazıları yayınlamakta, Evren'den sonra Onat Kutlar imzalı eleştiriler devam ediyor.

1980-90 yılları arasında 'Cumhuriyet Gazetesi'nde, her Cuma düzenli ve sürekli olarak Atilla Dorsay film eleştirilerine devam etmektedir.

1980-1990 yılları arasında gündeliklerde (Tercüman, Akşam, Sonhavadis, Günaydın, Güneş, Sabah); süreli yayınlarda (Ses, Milliyet Sanat, Gösteri Olayı, Sanat Olayı, Gelişim Sinema, Video Sinema, Ve Sinema, Beyazperde) film eleştirileri yayınlanmaya devam etmektedir.

Görüldüğü gibi bu yıllarda film eleştirisi yayınlayan gündeliklerde ve süreli yayınlarda bir artış göze çarpmaktadır. 1980'ler film eleştirisindeki bu ilerlemenin aslında 1980'ler Türk Sineması'ndaki gelişme ile bağlantısı olduğu bilinmektedir. 1970'li yıllarda terör olayları, seks filmleri, televizyonun yaygınlaşması sebebiyle, sinema salonlarına gidemeyen sinema izleyicisinin 1980'li yıllarda Türk Sineması'ndaki değişimle az da olsa Türk Sineması ile ilgilendiği görülmektedir.

Türk Sineması'ndaki bu gelişmeyi gazete ve dergiler de düzenli yaptıkları film eleştirileri ile desteklediler, 1970'lerin sonunda durma noktasına gelmiş olan film eleştirisi tekrar canlanmaya başlamıştır. 1990'lı yıllardan günümüze kadar olan süreç içinde film eleştirisinde büyük bir ilerleme görülmüştür.

Milliyet, Cumhuriyet, Yeniyüzyıl, Yenibinyıl, Radikal gazetelerinde; Milliyet Sanat, Antrakt, Popüler Sinema Dergisi, Sinema, Altyazı dergilerinde de sürekli ve düzenli olarak film eleştirleri yer almaktadır. Bu süreli yayınların içinde 25.Kare, akademik bir dergi görünümü sergileyerek "Bilimsel Eleştiri" ve "Derinlemesine Eleştiri" yöntemleri ile film eleştirilerini yapmaktadır.

1990'lar izleyici profilinin gelişimi açısından da önemlidir; genç, entellektüel, üniversite eğitimli, izlediğini değerlendiren, araştıran, okuyan bir genç kitle sinemaya ilgi göstermeye başlamıştır. 80'lerden itibaren gitgide yaygınlaşan film festivalleri, sinema eğitimi veren kurumların artması, gazete ve dergilerin sinemaya daha fazla yer ayırmaları ve sinema dergilerinin sayısının artması sonucunda oluşmuştur. İzleyiciler artık izleyecekleri filmlerle ilgili, bilgi ve görüş alma ihtiyacı duymaktadırlar. Bunun sonucunda da gerek gündeliklerde, gerekse süreli yayınlarda film eleştirileri sıkça ve düzenli olarak yer almaya başlamıştır.

17 Aralık 2010 Cuma

Cahil Periler

SIRADIŞI İNSANLARIN SIRADIŞI HAYATLARINA AÇILAN SAMİMİ BİR PENCERE

Cahil Periler
Le Fate Ignoranti


"Cahil Periler - Le Fate Ignoranti" ile ilgili ilk bilgileri Şubat ayında Berlin Film Festivali sırasında gazetelerden öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım.

Kocasının ani ölümünün ardından bir sevgilisi olduğunu öğrenen kadın bu sevgili ile tanışmaya gider. Ancak sevgili kadın değil erkektir ve bir grup "sıradışı" insanla beraber ortak bir hayat sürdürmektedir. Zamanla kadın da bu hayatın içine girer...

Ne kadar etkileyici bir başlangıç değil mi?

Ferzan Özpetek'in filmlerinin ["Hamam" (1997), "Harem Suare" (1999)]sinopsisleri her zaman heyecan verici ve ümit vaad eder oluyor, ama insan filme gidip te bildiklerinin devamında gerçekleşenleri seyredince bir bitmemişlik, eksiklik ve doyumsuzluk duygusuyla filmden ayrılıyor. "Cahil Periler"in de devamı, pırıltılı başlangıcını sürdüremeyerek sıradanlaşıyor ve ilk yarısında yarattığı bütün etkiyi tüketerek harcıyor.

Filmin, İtalya'da 2.5 milyon seyirci toplamasının nedenlerinden biri olarak ta gösterilen en çarpıcı yanı idealize ederek sunduğu "yaşam şekli": sıradışı insanların yaşadığı bir çeşit komün hayatı.

Bu komün hayatını paylaşan kişilerin hepsi, genelgeçer anlayışla "normal" sayılan özelliklere sahip değiller; eşcinsel, transseksüel, fahişe, -muhtemelen siyasi- mülteci, vs... Tam bir "normaldışı" insanlar galerisi, bir tek "düzgün insan" yok aralarında. Bu insanlar -bir bakıma toplumdan dışlanmış olarak- kentin kıyısında bir semtte konuşlanmış, kendi topluluklarını kurmuşlar; birbirlerine destek oluyor, dertleşiyor, hüzünlerini sevinçlerini, hiçbir karşılık beklemeksizin ortak bir hayatı paylaşıyorlar.. Birbirlerine kolay yenilir yutulur olmayan sözlerle takılıyorlar, ama hepsi kendi ve çevresi ile barışık, kompleksiz insanlar, hiç biri diğerinin laflarından alınmıyor. Hep beraber yemek hazırlıyor ve ardından, her yeni gelenin mutlaka bir yerine sıkışarak kendine yer bulabileceği uzun bir şölen masasında, sohbetle ve müzikle renklenen uzun pazar yemekleri yiyorlar.

Bir gün aralarına, kocasıyla ilgili "korkunç" gerçeği öğrenen "düzgün" bir insan katılır. Bu insan, orada süren hayatın tam zıddında 14 sene yaşamış biridir. Bir apartımanın en üst katında, bitkilerin saksılarda yetiştiği bir terasta keyif yapılan bir hayatın zıddında bahçe içinde tek katlı, göl manzaralı, çimenler üzerinde şezlonglarda oturulan bir hayattır onun yıllardır yaşadığı. Kocasının istememesinden dolayı doğurmadığı çocuksuz, sessiz, sakin iki kişilik aileye karşılık orada, bir sürü "çocuk ruhunu" kaybetmemiş insanla dolu kalabalık bir aile ile karşılaşır.

Bir anlamda geleneksel çok çocuklu Akdeniz ailesi ile çocuksuz ya da en fazla iki çocuklu Orta ve Kuzey Avrupa tipi aile arasındaki zıtlıktır filmdeki. 18. yüzyıldan beri hayat şeklinin, insanının, kültürünün, sıcaklığının, rahatlığının büyüsüne kapılarak her fırsatta Akdeniz'e seyahatlar yapan Avrupalı gibi bu "düzgün" insan da Akdeniz sıcaklığındaki "aile"den etkilenir. Aynı, filmin sunduğu ve idealize ettiği yaşam tarzına alışık olmadığı halde bu tarz bir yaşamın özlemini duyan İtalyan-Avrupalı seyirci gibi.

Ferzan Özpetek, senaryo göz önüne alındığında bu çok karakterli filminin hakkını veremiyor. Senaryoya sanki çeşni amaçlı katılmış bir çok karakter ve onların yüzeysel ele alınmış öyküleri filme katkıda bulunmaktan çok zarar veriyor, filmi hantallaştırıyor; ya uzun soluklu bir yaklaşım benimsenseydi, ya da "bu da olsun o da olsun" gibilerinden bir çeşniciliğe gidilmeseydi (aynı sorun "Harem Suare"de de vardı ve yine filmin en büyük handikapıydı).

Karakterlerin iyi çizilememesi oyunculuğu da etkiliyor; Margherita Buy ve Erika Blanc dışındakiler maalesef sıradan ve hiçbir özelliği olmayan, hatta kötü oyunculuklar sergiliyorlar. Buy, bu filmle kariyerinde yeni bir adım attığını düşünmekte haklı; karakterini en ince ayrıntısına kadar gerçek kılan performansı birinci sınıf. Annesi rolündeki yılların oyuncusu Erika Blanc'ı da kısa ama sevimli sahnelerde seyretmek büyük keyif.

Serra Yılmaz'a gelince; işte seyirci denen meçhul kitlenin nereye ne zaman akacağı belli olmayan yüzeysel beğenisinin bir kurbanı daha. Yılmaz bu filmde -dış görünüş olarak değilse de karakter çözümlemesi bakımından- en "renksiz" oyunlarından birini veriyor, hele -daha da gerilere gitmeden- yine bir Özpetek filmi olan "Harem Suare"deki oyunculuğu, özellikle masal anlatmaya başladığı sahne hatırlandığında. Yılmaz'ı sokakta görünce yolunu çeviren İtalyanlar o zaman neredeydiler.

Filmin görüntüleri (Pasquale Mari) ve müziği (Andrea Guerra) diğer Özpetek filmlerinde olduğu gibi yine özenli ve etkileyici. Kostüm tasarımcısı (Catia Dottori) ve sanat yönetmeni (Bruno Cesari) de, illa tarihi bir film olmadan da ne kadar kaliteli bir iş çıkarılacağının örneğini veriyorlar. Ferzan Özpetek yönetmen olarak ise başarılı. Özellikle ikili sahnelerdeki (kadın ile annesinin araba sahnesi, kadın ile erkek sevgilinin ilk yarıda halde, terasta, ikinci yarıda kadının evindeki sahneleri, kadın ile Türk mültecinin mutfak sahnesi) kamera hareketleri, çerçeve ve kurgu seçimi çok iyi.

Özpetek, biraz da Harem Suare'nin çekimleri sırasında karşılaştığı sorunlardan dolayı bu sefer İtalya'da bir film çekmeyi tercih ettiğini ve filmin çıkış fikrinin Roma'da 25 yıldır oturduğu yeri anlatmak isteğinden doğduğunu belirtmiş. Halbuki "aşkın, ailenin ve arkadaşlığın bütünleşmesinden doğan yeni anlamların öyküsü" (Ferzan Özpetek, Radikal İki 30 Eylül Pazar), Mine G. Kırıkkanat'ın "Saulnier" zamanında yazdığı Beyoğlu-Cihangir güzellemesi "Sinek Sarayı"nın ta kendisi. Özpetek keşke bir kere daha Türkiye'de çalışmayı göze alıp, yıllardır sinemaya uyarlanması düşünülen ama bir türlü gerçekleştirilemeyen bu kısa ama sağlam romanı aktarsaymış peliküle.

Bizim Dansımız Filmi

Bizim Dansımız
Save The Last Dance

"Bizim Dansımız", adından da anlaşılacağı üzere aşkı ve dansı bir potada eriten bir gençlik filmi. Ama son yıllarda görmeye alışık olduğumuz, sulu zırtlak, karakterlerin ortalıkta anlamsızca dolaştığı gençlik filmlerinin aksine "Bizim Dansımız", düzeyli ve keyifli bir film.

Hikaye, en büyük hayali Juliard Bale Okuluna girmek olan Sara'nın seçmeler sırasında başarılı olamayıp, aynı anda da beraber yaşadığı annesini kaybetmesi ve sonrasında Chicago'da yaşayan babasının yanına taşınmasıyla başlıyor. Zencilerin ağırlıklı olduğu okulda, Sara da yeni arkadaşlar edinir. Tanıştığı Chantaile'in kardeşi Darek'le de aralarında bir yakınlaşma doğar. Aslında yeni olmasa da, en azında beyaz bir kızın zencilerle yaşamaya başlaması, hatta içlerinden biriyle aşk yaşaması, konu olarak filmi bir miktar çekici hale getirmekte. Filmin ilerdikçe hip-hop'u ve dolayısıyla dansı da konuya dahil edip, merkeze oturtması ve böylelikle hem Sara'yı hem de izleyicileri yeni bir kültürle tanıştırması önemli artılardan biri�

16-17 yaşındaki bu gençler çoğu yaşıtlarına göre gayet kişilikli; aralarındaki ilişkiler de olabildiğince olgun ilerliyor. Senaryo Sara'ya odaklanıp, onun erkek arkadaşı Darek sayesinde tekrar baleye dönme çabasını ve aralarındaki ilişkiyi işlerken, diğer yandan da diğer karakterlerin de hikayelerini işleyip onları bütüne bağlama çabasıyla ilerliyor. Ama filmin temel sorunu da burda başlıyor. Ne Sara'nın babasıyla ilişkisi yeterince işleniyor, ne de örneğin Chantaile'nin bebeğinin babasıyla arasındaki vaziyet bir netlik kazanıyor. Deyim yerindeyse filmin bu yan hikayeleri sağa sola sapıyor ve bir türlü anayola çıkamıyor. Zira Sara'nın annesiyle ilişkisinin derinliğini de filmin başında yeterince göremediğimiz için Sara'nın dramı bizi yeterince ya da olması gerektiği kadar etkilemiyor.

Sara'yla Darek aşkına grubun verdiği tepki anlayışlı olmaktan çok uzak... Örneğin Darek'in suç dolu yolun başında olan en yakın arkadaşı Kai bu ilişkiden hoşlanmıyor. Hatta Darek'le araları da açılıyor. Zira Darek'in eski kızarkadaşı Nikki de bu durumdan hoşlanmayıp, Sara'yı kendi erkeklerini elinden almakla suçluyor. Tüm bunlara rağmen Darek hem kendi yolunda ilerlemekten (koleje gidecektir) hem de ilişkisini yürütmekten kaçınmıyor. Sara'yla çevrenin yüzünden ilişkileri bozulsa da herşeyi yoluna sokmak için çabalıyorlar. Filmin en olumlu yanı ise çok iddalı bir tavır içine girmeden tüm bu genç karakterlerin kendi yollarını seçme süreçlerini, kafa karışıklıklarını, ilişkilerini; kendilerini ifade ediş tarzları olan hip-hop eşliğinde ele alıp anlatmasında yatıyor.

Elbette dinlediğiniz müzik türü ya da filmin konusu ilginizi çekmeyebilir. Ama buna rağmen giderseniz, en azından keyifli ve sıkılmadan iki saat geçirip; ardında benim gibi hiç hip-hopla ilginiz olmasa da filmin soundtrack'ini aramaya başlayabilirsiniz

15 Aralık 2010 Çarşamba

Lilo ve Stiç

Lilo karakterinin çizimlerini üstlenmenin şimdiye kadar yaptığı en eğlenceli iş olduğunu belirten Andreas Deja, bu karakterin özelliklerini şu sözlerle anlatıyor: "Lilo son derece karmaşık bir karakter. Düşünüyor, komplo kuruyor, derin duyguları var. Duygulara yönelik bu tür ayrıntıları aksiyon ağırlıklı pozlarla ifade edemezsiniz. Aynı zamanda olağanüstü derecede akıllı ve kurnaz bir kız... Lilo için hazırladığım ilk çizimler fazla aktifti. Bu nedenle aktiflik düzeyini biraz aşağı çekmeyi öğrenmem gerekti. Öykünün anlatımına yardımcı olabilecek en doğru ifadeleri yakalayabilmek için çok zaman harcadım."
Andreas Deja sözlerini şöyle noktalıyor: "Bu film mantık kurallarının çok da fazla işlemediği keyifli bir çalışma oldu. Lilo ile Nani'nin yaşadığı çevreyi mantık çerçevesi içinde kurduktan sonra öykünün bilimkurgu boyutuna geçtik. Bu noktadan itibaren fanteziler devreye girdi. Chris ile Dean'e özellikle teşekkür etmek istiyorum. Karakterlerin kişilik yapılarını keşfetmemiz için gereken zamanı verdiler. Örneğin Lilo'nun hayvan sığınağında gördüğü küçük köpeği satın almak için ablası Nani'den borç para aldığı sahne öylesine çocuksu ve büyüleyici oldu ki, filmin genel duygusallığına katkı sağladı."

Filmin uzaylı yaratığı Stitch'in animasyonları ise Alex Kupershmidt'in yönetiminde gerçekleştirildi. Tıpkı Andreas Deja gibi 20 yıldır Disney bünyesinde çalışan Kupershmidt, Florida stüdyolarının kurulduğu 1989 yılından beri bu tesislerde görev yapıyor. Ukrayna dünyaya gelen ve New York Görsel Sanatlar Okulu mezunu olan Kupershmidt, önceki yıllarda "Mulan"daki Khan adlı at ile "The Lion King"deki sırtlanın animasyonlarını hayata geçirmişti.
Alex Kupershmidt'in Stitch karakteriyle ilgili düşünceleri şöyle: "Stitch en küçük bir duraksamaya bile yer vermeden hareket eden bir karakter... Son derece hızlı düşünebiliyor. Karar verdiği anda hemen harekete geçtiğini görüyoruz. Tepkilerini tüm vücuduyla veriyor. Chris ile Dean, onun öngörülemez bir karakter olmasını istediler. Bu nedenle Stitch'in verdiği tepkiler karşısında izleyici sürekli olarak şaşıracak. Simsiyah gözlerine baktığınızda hiçbir şey anlayamazsınız. Çünkü gözbebekleri yoktur. Bir karakterin düşünceleri genellikle gözlerinden anlaşılır ama Stitch'in gözlerine bakınca hiçbir ipucu bulunamaz. Böyle bir karakterin herşeyi yapması mümkündür."
Filmin iki yönetmeninden Chris Sanders, aynı zamanda Stitch karakterinin seslendirmesini de yaptı. Sanders'in bu karakter ile ilgili düşünceleri ise şöyle: "Stitch genelde pek konuşmayan birisi... Bu karakterin taslak yapısını hazırlarken zaman zaman iğrenç birtakım sesler çıkarıyordum. Sonradan bu sesleri filmde de kullanmanın iyi olacağını düşündük. Öykü geliştikçe Stitch karakterinin çok az konuşmasına karar verdik. Performansın dürüst olabilmesi için bu konuda sıkı çalışma yaptık."
Filmin üçüncü önemli karakteri olan Lilo'nun ablası Nani'nin çizimleri ise, Fransız animatör Stéphane Sainte Foi tarafından gerçekleştirildi. Disney'in Paris stüdyolarında yıllarca çalıştıktan sonra Florida'ya geçen Stéphane Sainte Foi, 1999 yapımı "Tarzan"daki Jane karakterinin çizimlerini yapmıştı.
Disney Suluboyayı Yeniden Keşfediyor

Chris Sanders filmle ilgili orijinal düşüncesini sunmak için 15 sayfalık resimli bir kitapçık hazırlamıştı. Filmin ana öyküsüyle karakterlerini tanıttığı bu kitapçıktaki çizimlerin hepsi suluboya tekniğiyle basit ve sade biçimde yapılmıştı. Sanders'in hazırladığı bu kitapçık, daha sonra sanat yönetmeni Ric Sluiter için önemli bir altyapı oluşturdu. Filmin arka planlarının süpervizörlüğünü üstlenen Bob Stanton ve 15 ressamdan kurulu ekibi, artık unutulduğu sanılan suluboya tekniğini öğrenmek için yoğun bir eğitim programına başladılar.
Chris Sanders orijinal sunumunda neden suluboya kullandığını şu sözlerle açıklıyor: "Çocukluğumdan beri suluboyaya ilgim vardır. Birşeyi renklendirmem gerektiği zaman suluboya takımımı alıp boyamaya başlarım. Bu alışkanlığım ilkokuldan beri hiç değişmedi. O zamanlar da önüme bir bardak su koyup fırçayı daldırdığım gibi resim çizmeye başlardım. Ric Sluiter taslak çizimlerimi gördüğünde, 'Filmde neden suluboya tekniğini kullanmayalım?' dedi. Ric ve ekibinin hazırladığı suluboya animasyonlar sayesinde ortaya olağanüstü bir atmosfer ve izleyiciyi canlandıran görüntüler çıktı."
Filmin sanat yönetmeni Ric Sluiter ise bu konudaki düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor: "Hawaii gezisine gittiğimizde uçaktan iner inmez gördüğümüz ilk manzara son derece parlak renkler ve tertemiz bir havaydı. Adanın her türlü baskıdan arınmış bir atmosferi vardı. Cennet gibi adayı gördüğümde bu güzelliği yakalamanın tek yolunun suluboya tekniği olabileceğini hemen anladım."

Suluboya arka planlar kullanmaya başlayınca önemli ölçüde direnişle karşılaştıklarını kabul eden Rick Sluiter, bu sorunun nasıl çözüldüğünü de şu sözlerle anlatıyor: "Arka plan çizimi yapan sanatçılar akrilik ve opak boya kullanmaya alışmışlardı. Suluboya tekniği pratikte kaybolmuş bir sanattı. Ülkenin çeşitli yerlerinden uzmanlar getirmek suretiyle ressamlar için atelyeler kurduk. Ayrıca daha önce 'Snow White'ta da çalışmış olan efsanevi Disney ve Warner Bros sanat yönetmeni Maurice Noble ile anlaşma yaptık. Noble suluboya tekniği konusundaki deneyimini ressamlarımıza aktardı."
Filmin arka plan görüntülerinin süpervizörlüğünü üstlenen Bob Stanton da, "suluboya" sözcüğünü duyduğunda çekindiğini gizlemeyerek düşüncelerini şu sözerle dile getiriyor: "Suluboya çizim istendiğini duyunca ilk tepkimiz tam anlamıyla bir terör duygusuydu. Ancak altı ay süreli yoğun deneyim sürecinin ardından bu terör duygusu hızla yok oldu. O andan itibaren iki ayrı süreç başladı. Öncelikle kullanılması gereken materyali bilimsel açıdan belirledik. Sonra da işin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için teknik geliştirdik. Suluboya sanatını beyazperdeye taşımak gibi zor bir görevimiz vardı. Herşeyden önce bir stil geliştirmeye çalışıyorduk. Tıpkı Mozart'a benzemek isteyen bir besteci gibi biz de 'Snow White' ve 'Pinocchio' gibi klasik çizgi filmlerde görev yapmış sanatçılara benzemeyi istiyorduk."
Stanton ve ekibi, arka planlar konusunda basit ve sadeliğe dayalı bir yaklaşım uyguladı. Arka planlarda aşırı detaylandırma yapıldığında karakterlerin yeterince fark edilmediğini bildikleri için bulut, gökyüzü ve toprak gibi arka plan görüntülerinde basit ve rengarenk alanlar oluşturacak fırça darbeleri kullanıldı. Arka plan ekiplerinin yaptığı çalışmalar sonucunda suluboya tekniğinin ustaca kullanımına ulaşıldı.

Filmin prodüksiyon tasarımlarını, daha önce "Mulan", "Tarzan" ve "The Emperor's New Groove" gibi Disney çizgi filmlerinin yapımına katılmış olan Paul Felix üstlendi. "Lilo & Stitch"i tanımlarken, "Şimdiye dek görev aldığım en eğlenceli film" ifadesini kullanan Paul Felix, yaptığı çalışmayı şöyle anlatıyor: "Film için 30 farklı set tasarımı gerçekleştirdik. Bunlar arasında dev uzay gemisinden Lilo ile Nani'nin yaşadığı eve kadar çeşitli setler vardı. Stüdyodaki herkesin Chris'in çizgilerini çok sevmesi nedeniyle o çizgilerdeki sağlamlığı yakalayabilmek gerçekten keyifli bir çalışma gerektirdi.Önceki çalışmalarımda genellikle detaycı yaklaşıma ağırlık verdiğim halde bu filmde suluboya tekniğine uygun düşecek daha sade görüntüler üzerinde odaklandım."
Prodüksiyonun her aşamasında Sanders'in istediği stilin izlerine rastlanır. Filmin görsel efektlerini gerçekleştiren Joe Gilland, uygulanan stil konusunda şunları söylüyor: "Filmde çok çeşitli efektler yer alıyor. Duman, su, laser ve patlama gibi efektlerin hepsinde Chris Sanders'in istediği sıcak, dostça ve keskinlikten uzak tasarım anlayışını uyguladık. Filmdeki efektlerin bazıları CG adı verilen bilgisayar teknolojisi kullanılarak hazırlanmasına rağmen bunları el çizimi unsurlarının arasına katmaya özen gösterdik. Hatta CG uzmanları bile bunları el çizimi efektlerden ayırmakta zorlandılar. El çizimi efektlerle bilgisayar kökenli efektlerin başarıyla birleştirildiği bu filmi iki teknik açısından da gerçek bir patlama olarak kabul edebiliriz."
Elvis Presley ve Hula Müziği

Sörf ve uzaylı yaratık gibi birbirinden çok farklı unsurları bir araya getiren; konusu da Hawaii'de geçen bir film için hangi tür müzik seçmek gerekir? Film yapımcılarının "Lilo & Stitch"in senaryosunu hayata geçirirken yüzyüze geldiği sorulardan birisi de bu oldu.
Thomas Schumacher, müziklerde ağırlığın Elvis Presley şarkılarına verilmesinin gerekçesini şu sözlerle açıklıyor: "Chris ile Dean'in düşündüğü sahneler arasında Lilo'nun bir Elvis plağı çaldığı sahne de vardı. Bunun üzerine Lilo'nun Elvis'i çok seven küçük bir kız olmasını düşündüm. Özellikle 'Suspicious Minds' ve 'Hound Dog' adlı şarkıların Hawaii'yi yansıtması nedeniyle başlıbaşına bir karakter gibi olmasını tasarladık. Çoğumuz Elvis'in Hawaii dönemini anımsarız. Kauai'ye ilk gidişimde bu adayı görünce 'Oh, burası Elvis'in ülkesi' diye düşündüğümü bugün bile anımsıyorum."
Thomas Schumacher sözlerine şöyle devam ediyor: "Müzik her zaman filmlerimizin organik bir parçası olmuştur. Elvis müziğinin en önemli katkısı, filmimize nostaljik büyüleyicilik unsurunu eklemesi oldu. Ayrıca Hawaii'de Elvis dışında birbirinden fantastik yerel müzikler de vardır. Hawaii yerel müziğinde ritmik bir umut duygusu vardır. Bu duyguyu filmimize katmak için bir çocuk korosuyla anlaştık. Hepsi de meleksi sese sahip olan bu çocuklar, Hawaii adalarının en baskın özelliği olan umudu ve masumiyeti beyazperdeye yansıttılar. Bu duyguyu öykünün tamamı boyunca fazlasıyla hissedeceksiniz."

Filmin akışı boyunca Elvis Presley'in altı tane hit parçası yer alıyor. Bunlar şöyle sıralanıyor: "Heartbreak Hotel", "Stuck on You", "Blue Hawaii", "Suspicious Minds", "Devil in Disguise" ve "Hound Dog". Filmin komedi, eğlence ve açıklama unsurlarına önemli katkı sağlayan bu şarkılar aynı zamanda karakterlerin daha iyi tanımlanmasına da yardımcı oldu. Elvis Presley'in 1961 yapımı "Blue Hawaii" için hazırlanan soundtrack albüm, sanatçının kariyerindeki en başarılı çalışmalarından birisiydi ve müzik listelerinde 20 hafta üstüste 1 numarada kalma başarısını göstermişti.
Elvis müziğini ana tema olarak seçen film yapımcıları, Elvis'in hit parçalarının yeni versiyonlarını seslendirmesi için günümüzün en yetenekli sanatçılarından ikisini görevlendirdiler. Country müziğinin starlarından Wynonna, film için "Burning Love"ın yeni bir versiyonunu kaydetti. Ünlü sanatçı filmle ilgili düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor: "Film için hazırladığım Elvis şarkısı, kariyerimin dönüm noktalarından biri oldu diyebilirim. Hayatımda izlediğim ilk Disney filmi 'Bambi'ydi. Daha sonra babamın beni 'Fantasia'ya götürdüğünü anımsıyorum. O film hayatımı değiştirdi. Günün birinde bir Elvis şarkısı seslendirecek olsam bu kesinlikle 'Burning Love' olacaktı. Elvis'i her zaman sevdim. Çünkü sanatı özgün ve otantikti. Hiç kimseye benzemiyordu. Eğer yeni kuşakların da kendi müziğinden etkilenmeye devam ettiğini bilseydi, eminim ki çok mutlu olacaktı. Kral her zaman kraldır."
Elvis'in bir başka hit parçası olan "Can't Help Falling in Love" ise, günümüzün popüler İsveç'li grubu A Teens tarafından seslendirildi. "The Abba Generation" ve "Teen Spirit" adını taşıyan ilk iki albümüyle ABD'de 1,5 milyonluk satış rakamına ulaşan A Teens grubu, son dört yılın en çok sevilen, yetenekli gençlik gruplarından birisi oldu. A Teens'in "Pop 'Till You Drop" adlı yeni albümü haziran ayında yayınlandı.

14 Aralık 2010 Salı

Piyanist Filmi

27 yaşında olan Polonyalı Wladyslaw Szpilman bir savaşın ortasında bulur kendini.Wladyslaw Szpilman, Polonya'nın en parlak piyanistlerinden biridir.Chopin'in C minor Nocturne'nü çalıştığı sırada Luftwaffe radyo istasyonu bombalanır.Tek suçu Yahudi olmak olan Wladyslaw Szpilman da ailesiyle birlikte tüm yahudiler gibi sürülür.Çok yetenekli olan Wladyslaw Szpilman seviyesi düşük barlarda çalmaya başlar.Ölümden kurtulmasını bir Alman subaya borçludur.

2 Aralık 2010 Perşembe

Sturat Little 2

Küçük çocukları olan aileler için, ailecek izlenecek film denildiğinde akla ilk olarak animasyon türü filmler gelir. Günümüzde pek çok film yapım firması animasyon filmleri çocuklar kadar onların vesilesiyle ailelerinin de izlediğini gayet iyi bildiğinden ötürü her yaş grubuna hitap edebilecek öğeler ile süslemektedir bu tür filmleri.

Son yıllar en beğenilen animasyon filmleri arasında yer alan Sturat Little 2'nin türkçe dublaj aşamasında pek çok ünlü seslendirme sanatçısı görev almıştır, tam liste şu şekilde;
Stuart Little - Sercan Gidişoğlu
Margalo - Figen Sumeli
Snowbell - Ali Poyrazoğlu
Mrs.Little - Gülen Karaman
Mr.Little - Ali Gül
George - Barış Küçükgüler
Falcon - Dinçer Çekmez
Martha - Melis Severcan
Monty - Ali Ekber Diribaş
Will - Mehmet Cem Demir
Irvin - İbrahim Bozkurt
Hakem - Sefa Zengin
Wallace - Tarık Güren
Öğretmen - Yasemin Öztürk
Mark - İbrahim Bozkurt
Kim Novak - Yasemin Öztürk
Jimmy Stewart - Ayhan Kahya
Telefondaki Ses - Esra Ercan
Rita - Özlem Abacı
Taksi Şoförü - Bahtiyar Engin
Parktaki Adam - Somer Karvan
Seyirci - Devrim Parscan
Diğer Sesler - Deniz Aşılı, Bora Severcan, Baki Yitmen, Emir Yücel, Serdar Öngören, Serhan Oktay,
Burak Tatar, Ebru Sever.

Son Peygamber - Dini Film

kimsenin elinde Hz.Muhammed in anarşist olduğuna dair delil olmabilemez. Çünkü hiçbir peygamber anarşist değildir. Terör olaylarınında hiçbirinin islamla ilgili olmadığı islamin teror emretmediği açık Senin komşuların kafayı yemiş olmalı muhtemelen protestandır onlar Anarşist Irakta masum insanların üstleri bomba yağdıran canilerdir Filistini istila edip insanlarını katledenlerdir. Afrika güney amerika ortadoğu da halka zulum eden radikal gruplara silah ve mühimmat yardımı yapanlardır Devlet teroru uygulayanlardır Vietnamı kan gölüne çevirenlerdir. Kızılderilileri canice öldürenlerdir vs vs vs...

Saklı Seçilmişler - Skulls Filmi

Her yıl gözde üniversitelerden seçilen bir grup öğrenci gizli cemiyetlere üye olarak kaydedilmektedir. Bu cemiyetlerin diğer sosyal topluluklardan farkları, geleceğin liderlerini yetiştirme iddiasında olmalarıdır. Amerikan Başkanları'ndan en az üçünün bu cemiyetlere üye olduğu bilinmektedir. Bu cemiyetlerin üyeleri birbirlerine çok sıkı bağlarla bağlıdır ve üye olunca ömrünüz boyunca bu bağlılığınızın devam etmesi gerekmektedir. Gelmiş geçmiş en güçlü cemiyet ise "Skulls" topluluğudur...