19 Şubat 2011 Cumartesi

La double vie de Véronique Filmi

Kieslowski’nin üçlemesinden sonra izlediğim bu film, kendi açımdan üçlemeden edindiklerimi bir nebze tamamlamamı sağladı. Yönetmenin dini ya da doğanın yaşamını sürdürmesi hakkında bir inancı olsun ya da olmasın, insan bilincinde sahip olamayacağı bir bilgi ile insanların hayatlarının etkilendiğini düşündüğünü çıkardım. Filme konu olan biri Fransız biri Polonyalı Veronik, birbirlerinden bilinç düzeyinde haberdar olmamalarına rağmen sezgisel olarak aslında birbirlerine bağlılar. Gerek dış görünüşü, gerekse bazı kişisel özellikleri birbirine benzeyen bu iki kadın da müzik alanında çalışıyor. Polonyalı Veronik’in konserde ölmesinin arkasından kamera oyunu ile onun üzerine toprağın atıldığını görüyoruz. Ancak bu Polonyalı Veronik’in bu dünya üzerinde işinin bitmiş olduğunu göstermiyor, Fransız Veronik’in bu ölümden etkilendiğini ve içinden bir “şey”in kaybolduğunu görüyoruz. Bu şey o anda keyif olarak adlandırabiliriz ama adlandırılamayan bir “şey” kayboluyor. Bence ne olduğunu bilemediğimiz o şey "collective unconscious" ile bağlantısı olan bir şey. Fransız Veronik’te. Nitekim, Fransız Veronik’in şarkı söylemekten vazgeçtiğini ve öğretmenliğe geçtiğini görüyoruz. Bu kararı kendinin benzeri Polonyalı Veronik’in performansı esnasında ölümü üzerine vermesi sezgisel olarak bundan etkilenmesi ile ilgili olabilir.

Üçlemede geridönüşüme cam şişe atan yaşlıların bir benzerini bu filmde poşet taşıyan yaşlı teyze ya da elinde bastonla yürüyen yaşlı teyze olarak görüyoruz. Nasıl bu sonuca vardım tam doğru kelimelerle anlatamayabilirim ancak bu sahne bile beni Bence Kieslowski’nin collective unconscious’a inandığını gösterdi. Yönetmene göre insanlar arasında onların da adlandıramadığı bir ortaklık var. Filmine konu olan kişiler hep bir şekilde ortak bir konu hakkında işaretler alıyorlar. Ve hiç birinin de bunun tam nedenini anlamış olup olmadıklarını görmüyoruz.

Filmde bir de ayakkabı bağı var değinmek istediğim, Polonyalı Veronik’in konsere seçilmek için katıldığı yarışmada elinde olan bağ ile Alexandre’nin Fransız Veronik’e postaladığı bağ arasında bir ilişki var. Fransız Veronik, kalp ölçümlerinin üzerine bu bağı koyduğu sahne bana çarpıcı gelmişti. Fransız Veronik’in işte o “şey”i hissettiği anlardan biri de o an olabilir. Alexandre’nin iki Veronik arasında bir bağ olduğunu bilmesi, yönetmenin bu kişiyi kendine (senaryoyu bilen ve iki rolün birbirine olan bağını bilen biri de kendisi olduğunu varsayarsak) ya da doğanın devinimini sağlayan “yaratıcı güç”le bağdaştırdığı çıkarımına vardım. Alexandre’nin kukla oyunlarında da iki Veronik’in bağı hissettiriliyor bize: Bale yapan genç kızın ölüyor ve onun dirilişi bir kelebek olarak meydana geliyor.

Yönetmen, yaşlanma süreci, ölüm, insanları birbirine bağlayan ortak alanlar, mistisizm, inanç, şans, tesadüf ve bunların tüm insanlığı birbirine bağlaması gibi konular üzerine düşünmüş biri. Filmlerinde kolektif bilgilerini bize kolay yoldan, kolay sahnelerle sunmuyor, bunun yerine çıkarımlar yapmamızı ve yorumlara kendi hayat tecrübelerimizi ve öğrendiğimiz bilgileri de katmamızı sağlayarak bize bir noktayı işaret etmeye gayret ediyor, bunu da çeşitli kamera oyunları ve sembolizasyonlar ile ortaya koyuyor. Bu filmde iki Veronik ile bize bir şey göstermeye çalışıyor, üçlemede Julie, Karol ve Valentine ile bize bir şeyler hissettirmeye çalıştı. “Rouge” filminin derste yaptığımız tartışmasından aklımda kalan bir bilgi parçalara bakarak bütün hakkında fikir elde edebileceğimizdi. Bu filmde iki Veronik'i bağlayan bağ ile tüm insanları bağlayan bağı bize sezdirmek istemiş olabilir. Belki de Kieslowski onun yapımları gibi parçalara bakarak, hayat ve varolma, hayatta kalma ve bağlar hakkında bize bütünü göstermeyi amaçlamıştır.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Zengin Avcısı

2006 yılında vizyona giren Zengin Avcısı filminin baş rolünde romantik komedi türü filmlerin yeni yıldız isimlerinden biri olan genç aktris Audrey Tautou rol alıyor. Macera tutkunu Irène (Audrey Tautou), büyük bir otelde garson olarak çalışan çekingen Jean’ın (Gad Elmaleh) bir milyarder olduğunu zannetmektedir. Aslında kim olduğunu öğrenir öğrenmez de ondan kaçar. Ama Jean Irène’ye gönlünü fena halde kaptırmıştır ve onu Fransa sahiline kadar peşinden izleyip bulur. Parasız kalmış olmasına karşın gönlünü kaptırdığı kızın hayat felsefesini benimser ve şaşalı bir konakta yaşamaya başlar. Bu yeni statüsü Jean’ı Irène’ye giderek yakınlaşmasına neden olur. Irène hayat tarzı hususunda kendisine tavsiyeler vermeye başlamaktadır. Bu durum onların birbirlerine daha da yakınlaşmalarına sebep olacaktır..

18 Ocak 2011 Salı

Son Filmi (Levent Kırca)

Levent Kirca’nin ilk filmi Son, 11 Ocak’ta Turkiye capinda 70 sinemada gosterime girdi. Ingiltere’den, aaaa ne guzel senelerdir televizyon’da Olacak O Kadar’i izledim, tiyatrolarini gordum demek simdi de film yapti eminim bir Arabesk kadar guzel hatta daha eğlenceli olacak gider gitmez izleyeyim diyerek buyuk bir hevesle geldim Turkiye’ye... Kafamda olan film senaryosu Levent Kirca Oya Basar ekilisinin senelerdir televizyonda izledigimiz Olacak O Kadar Televizyonu tarzinda birseydi. Cunku her ikisinin de hiciv tarzi senelerdir belli bir trende gidiyor ve biz de izleyiciler olarak bunu dogal olarak fazlasiyla alistik.
Ne var ki Son hayatlarinda hic birseyi basaramamis 6 kisinin hikayesini anlatiyor. Filmin ilk 15 dakikasi hep alistigim komedi tarzini gormeyi beklemekle gecti. Ama kisa bir sure sonra anladim ki bu filmde ne alistigim Levent Kirca var ne de alistigim Oya Basar. Film hakikaten sadece basarisizlik ustune kurulmus. Ana tema Yesilcam’in nasil imkansizliklar icinde filmi cektigi, eski sanatcilarin, artistlerin nasil unutulup gittigi ve gecimlerini surdurebilmek icin nasil hayat kavgasi verdigi uzerine kurulmus. Bu cercevde, zaten bir Turk olarak Turkiye’de gormeye cok alistigimiz bir takim olaylar da ele alinmis. Bir ornek vermek gerekirse bir milletvekilinin ne turlu “pisliklere” bulastigi, ya da medyada parasi olanin nasil dudugu caldigi vs vs... Yani sizini anlayacaginiz bizim zaten hergun herhangi bir gazeteyi actigimiz zaman karsilastigimiz haberlerden toparlanmis bir basarisizlik oykusunu sergileyen bir film Son. Levent Kirca Oya Basar ikilisi arada nadiren de olsa Olacak O Kadar Televizyonu'ndan alintilar yaptiklari sahneleri kullanmislar. Ama eger Son filmine gidecekseniz kafanizda belli senaryo beklentisiyle gitmeyin. Cunku bu ikilden gormeye alistigimiz komedi ve hiciv tarzindan cok farkli bir tarzla karsilasacaksiniz. Ben belli bir beklentiyle gittigim icin maalesef filmden asik bir suratla ciktim. Ama belki de hicbir beklentim olmasaydi filme baska bir gozle bakabilecektim.
Herkesin zevki farklidir, filmi gidin gorun, ne de olsa senelerin sanatcilarinin, tiyatrocularinin bir araya geldigi bir yapim. Son olarak, benim tek “sert” elestirim, ya da soracagim soru;acaba Turkiye’de son donemlerde bu kadar “basarisizliklar” yasanirken neden filmi tam bir komedi tarzinda degilde traji komedi tarzinda cekmisler... Belki de Levent Kirca bir ayna gorevi gorup bizi bize yansitmak istedi ve hayat her zaman bir komedi degil demek istedi, bilemiyorum...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Aşka İki Hafta

Aşka İki Hafta Film Eleştirisi
George Wade (Hugh Grant) cok zengin ve cok capkin bir is adamidir. Lucy Kelsen (Sandra Bullock) ise Harward mezunu kendini sosyal hukuk danismanligina adamis son kusak hippi bir avukattir. Wade sirketler toplulugu Lucy’nin mahallesindeki 1920lerden kalan bir sosyal tesis binasini yikip yerine cok kar getirecek bir gokdelen dikmeyi planlamaktadir. Lucy buldozerlerin onune yatarak yikimi durdurur ve George ile konusup bu yikimi iptal etmeyi planlamaktadir. George sirketin bir nevi sosyal imajidir. Sirket aslinda agabeyi tarafindan yonetilmektedir. Ve George’un tum karizmasi capkinlik yapmaktan oteye gidememektedir. Agbeyi sirkete dogru durust bir avukat bulmasini istemektedir.Cunku mevcut avukat sirketin yeni gokdelen projesi icin adam gibi savasabilecek biri degildir. Tam bunlar olurken Lucy ,George ile konusmak icin sirkete gelir. Tanismalarinin hemen ilk dakikalarinda George Lucy’e is teklif eder. Cunku agbeyinin buyruklarina boyun eymek zorundadir ve firsat agayina gelmistir. Lucy yikilacak binanin engellenmesi icin buldozerlerin onune yatan kisinin kendisi oldugunu soyler ve boyle bir isi kabul edemeyecegini tum hayati boyunca George gibi zengilere karsi savastigini soyler. Kisa bir pazarlik sonucunda Lucy isi kabul eder. Cunku George ona tarihi binayi koruyarak gokdelen yapacaklarina dair soz verir, karsiliginda da Lucy’den sirketin tum yasal sorunlarina kati cozumler bulmasini ister.

Lucy ise basladiktan kisa bir sure sonra Wade sirketinin avukati olmak disinda George’unda bir nevi kisisel asistani olmustur. Oyle ki George o gun giyecegi gomlegin secimini bile Lucy’e sorarak yapar hale gelmistir.

Idealist avukatimiz George’a belli sure sonra katlanamaz hale gelir ve isten 2 hafta icinde ayrilacagini George’a soyler.

Hugh Grant filmde neredeyse iki dakida bir espri yapiyor. Hepsine gulmediysem bile coguna guldum. Film siradan bir komedi olmasina ragmen arada cok ince espiriler var. (Mesela Bush’lar hakkinda olan).

Mark Lawrence’si yine Bullock’un oynadigi Miss Congeniality’den taniyoruz. Lawrence bu filmin hem yazari hem yonetmeni. Daha once Miss Congeniality’de Bullock’un oynadigi karakterle Lucy inanilmaz benzesiyor. Ayrica hatirlatmak isterim Bullock bu filmin yapimcisi.

Film tatli bir romantik komedi. Hafta sonu kafa yormadan, eylenerek izleyebileceginiz bir film. Son haftalarda vizyondaki filmleri dusunecek olursak bu film hic degilse baymiyor ve eğlendiriyor. 

American Beauty

American Beauty
Erimiş Amerikan Rüyası...
Empire dergisi yazarı Ian Nathan Amerikan Güzeli için bakın neler demiş:

"Amerikada gösterime girmesinin ardından türlü kritiklere ve Oscar dedikodularına ismi karışan film, İngiliz yönetmen Sam Mendes'in milenyum öncesi sıradan amerikalıları çileden çıkarmasıyla komik ve oldukça heyecan verici. Film aynı zamanda Kevin Spacey'nin beyaz perdeyi fetheden oyununa sahne oluyor. Aslında bir kariyer belirleyici rol olmasına karşın Spacey için American Beauty'deki rolü bir başka "kariyerinin en iyi"si. Zaman zaman testeron yüklü Fight Club'a benzeyen American Beauty, orta yaşta bir aile erkeğinin kendini yeniden keşfetmesi, orta-yaş krizine kapılması ile ilgili. Çözüm ise "sana ne iyi gelirse onu yap" temalı Zen tedavisi. Her iki film de "gücün varsa beni vur" sahneleriyle ateşlenmiş ve günlük olaylara, nesnelere yarı-derin saldırılara sahne. Fakat Amerikan Güzelinin Brad/Ed ikilisini alt ettiği nokta, insanlığa ve aşka tutkunluğu; her ne kadar bu tutku hayalkırıcı derecede erişilmez de olsa. Spacey'nin canlandırdığı Lester Burnham, yeniden doğuşunu kızının arkadaşı Angela (Suvari)'ye borçludur. Birden demir pompalamaya başlayan Lester, artık-bu-boku-çekemem edalarıyla işini terkeder ve hamburgercilik yapmaya başlar. Lester'in bu serbest düşüşünü karısı Carole (Benning)'in daha belirgin derecede yıkımı ve kızı Kate (Birch)'in cinselliğini keşfetmesi izler.

Suvari'nin güller içinde banyo yapan hayali görüntüleri ve yönetmen Mendes'in "burası heryer olabilir" tarzında boş yıpranmış ve koyu renkli duvarlı görüntüleri Burnham'ın cinsel ve insani uyanışına atmosfer oluyor. Komşu gençWes Bentley ise Burnham'in kızına hasta derecede aşıktır ve filmin gerçek aşkı kovala felsefesine Mendes'in hoş kamera oyunlarıyla birlikte Bentley'i çevreleyen dünyaya şahit oluyoruz. Sonuçta kim ne yapmış şapşallığıyla belirsiz bir biçimde sona eren film zaman zaman gereksiz şekilde komik ama sığ görüntülere sahne oluyor. Yine de tüm bunlar Amerikan rüyasının eriyişinin derin incelemesi ve mizahi anlatiminin yaninda ufak ve önemsiz hatalar olarak kalıyor."

2 Ocak 2011 Pazar

Adı Vasfiye

Vasfiye'nin çocukluğundan orta yaşına kadarki yaşamı, hayatına giren erkeklerin ağzından anlatılır. Atıf Yılmaz-Müjde Ar filmlerinde her zaman olduğu gibi, bu filmde de ana karakter Vasfiye, erkeklerin tacizine uğramış, aşık olmuş, aşık olduğu kişiyle sevişmiş, güzel bir kadın olduğu için erkeklerin baskısına uğramış, eve kapatılmış, ve hatta pavyona düşmüştür.

Ancak bu filmde diğerlerinden farklı olarak Vasfiye'nin hayatı arabesk biçimde anlatılmamıştır. Yazacak bir şeyler arayan bir yazarın kafasında olup biter her şey. Bir pavyon kadını ile ilgili bilgi toplamaya başlar, sonra her şeyi kafasında kurduğunu anlarız ancak vasfiyenin ona verdiği bir gülü filmin sonunda cebinden çıkararak aslında yaşananların gerçek olabileceğini de gösterir bize yazar.

1 Ocak 2011 Cumartesi

The Winter Guest (1997) - Bir Kış Masalı

Yönetmen: Alan Rickman
Senaryo: Sharman Macdonald
Oyuncular: Phyllida Law – Elspeth, Emma Thompson – Frances, Sheila Reid –Lily, Sandra Voe – Chloe, Arlene Cockburn – Nita, Gary Hollywood – Alex…

Film İskoçya’da bir kasabada geçiyor. Hava buz gibi, her yer bembeyaz, kar ve buz kaplı. Eşini kaybetmiş Frances’in yas süreci içinde olduğunu görüyoruz. Frances, acı içinde ve bu acıdan bambaşka bir yere (Avustralya) gidip eşini unutarak kurtulabileceğini düşünüyor. Bu arada annesi Elspeth ile sürekli tartışıyor. Oğul Alex de babanın kaybının getirdiği duygularla boğuşuyor. Bu süreçte tanıştığı Nita’nın ona sosyal destek sağladığını söyleyebiliriz... Filmde ayrıca iki yaşlı kadının (Lily ve Chloe) ve okuldan kaçmış iki küçük çocuğun (Sam ve Tom) yaşamlarından da ufacık bir kesit seyredip, onların sohbetlerini dinliyor, duygularına ve düşüncelerine şahit oluyoruz...

Awakenings

Gercekten cok etkilendigim bir filmi sizinle paylasarak foruma giris yapmak istedim. Awakenings, Oliver Sacks'in aynı adlı romanından uyarlanan 1990 yapımı bir film. Başrollerde Robert De Niro ve Robin Williams oynuyor. Filmin gercek bir yasam uykusunu yansittigi soyleniyor.

Robin Williams bu filmde, nöroloji uzmanı olmasına rağmen senelerini laboratuarda deney yaparak geçirmiş, hasta ile karsilasmaktan ozenle kacinarak kendini yakın insan ilişkilerinden korumuş bir doktor. Tesadufen işe kabul edildigi hastanede hasta kabul etmek zorunda kalıyor. Klinikte yatan hastaların çoğunluğunu ise adlandırılmamış hastalıklarıyla katatonik bir halde 'uyuyan', yaslari birbirinden farkli bir grup hasta oluşturuyor. Hastalardan birinin rutin degerlendirmesini yaparken hastada bir refleks kesfediyor. Hasta kendisine firlattigi topu yakalayabiliyor. İsin ilginc yanı bunu gruptaki tüm hastalar yapabiliyor. Sadece bir refleksten yola çıkan doktorumuz bilim aşkıyla onları uyandırma serüvenine başlıyor. Hastalığın nedenini keşfediyor önce: 20 küsür sene önceki bir salgın. Ensafalit sonrası diye adlandırdığı hastaları gerçekten de senelerdir aynı pozisyonda uyuyor. Doktor uyanacaklarına inanıyor ve inancı iuğruna mücadeleye başlıyor. İlk denek ve aslında doktorun terapötik ilişki açısından en çok yakınlaştığı hasta ise Leonard Lowe (Robert De Niro). Sıra sonra tüm diğer hastalara geliyor.

Doktor, tamamen deneysel olarak bir ilaç tedavisine başlıyor. İlaç işe yarıyor ve Leonard uyanıyor. Başta senelerdir kendine bebek gibi bakan annesi olmak üzere herkesi şok ederek. Ama 12 yaşındayken veda ettiği dünyaya dönmek tahmin ettiği kadar kolay değil. Artık 40 yaşında bir adam ve hayat onun bıraktığından çok farklı. Leonardın isyanlarında, hesaplaşmalarında ve tekrar uykuya dönme sürecinde doktor hep yanında. Aslında hastalar uyanırken doktordaki insancıllığı da uyandırıyorlar. Doktorun sosyal anksiyetesi hep biraz kalsa da, onlarca insanın hayatına- bu sefer labdaki hayvanların değil- dokunmak onu mesleğinin ayrı bir boyutuna ulaştırıyor.

Uyanışı sağlayan mucize ilaç dayanılmaz yan etkileri yüzünden başta leonarddan ve tüm hastalardan çekiliyor. Sonunda hastalar tekrar uykularına dönüyorlar. Hiç bir zaman yaşanan bu toplu uyanış kadar dramatik bir değişim yaşanmıyor hastaların durumunda. Biz de düşünüyoruz: sonsuza kadar uyuyacağını bilsen de bir kez uyanmaya değmez mi?

Bugün Aslında Dündü

Groundhog day eğlenceli ve sonuna kadar merakla izlenen bir film. Filmde hergün aynı güne uyanan Phil’in bu durum karşısında neler yaşadığını görüyoruz. Kimi zaman sıkılan bu durumdan kurtulmaya çalışan Phil bazı günlerde de bunun avantajlarını kullanır. Filmin sonunda yarın olması izleyicinin içini rahatlatıp, mutlu bir son olmasını sağlamıştır.

Bu filme iletişim hataları yönünden bakacak olursak:
İletişim iki birim arasında bir biriyle ilişkili mesaj alışverişi olarak tanımlanmaktadır. Hayatımızın her alanında iletişim kurmak durumundayız, Hiç bir şey yapmamak bile aslında bir iletişimdir.
Fakat iletişim her zaman sağlıklı kurulamıyor, birçok iletişim hatasına farkında olarak ya da olmayarak düşüyoruz.

Bu filmde de bazı iletişim hatalarına rastlamak mümkündür. Aktif Çatışma denilen iletişim hatası “kişilerin birbirilerinden hoşlanmamaları, birbirilerine açık ya da örtük sebeplerden ötürü kızmaları” olarak tanımlanabilir ve filmin başında bu durumla oldukça sık karşılamaktayız. Phil benmerkezci ve kibirli bir karakter olduğundan dolayı birçok kişi ile iletişim sorunları yaşamaktadır. Dolayısıyla çevresindeki kişiler onunla sağlıklı iletişim kurmamaktadır, çünkü çoğu ona bu huylarından dolayı kızgındır ve sevmemektedir.

Filmin devamında aynı günü yaşamaya başlayan Phil, sıkıntısını Rita’ya anlatmaya çalışır, fakat bu durumun gerçekleşmesi imkansız olduğu için Rita Phil’in verdiği mesajı tamamen reddeder. Aynı şekilde filmin diğer bir sahnesinde Phil Tanrı olduğunu idda eder ve Rita onun kafasından sorunları olduğunu söylerek Phill in dediğini tamamen reddeder; ta ki Phill bazı şeyleri kanıtlayana kadar. Bu durum Tümden Reddetme iletişim hatasına örnektir.

Filmin birçok sahnesinde bir iletişim hatası olan Yıkıcı Eleştiri'yi görmekteyiz. Örneğin, Phil’in Larry ve kasabadan biri ile bira içtikleri sahnede, Phil’e yeni tanışdığı kişiden “sen bardağın boş tarafını görenlerdensin” diye yıkıcı bir eleştiri gelmektedir.

Yine Phil ve Rita arasındaki iletişim atalarndan biri, kasabadaki kafede otururken Ritanın Phil’e herzaman benmerkezci olduğunu söylemesidir. Ve konuşmanın devamında Rita'nın Kendini Bütünüyle Haklı Görme Hatası yaptığı da görmekteyiz. Phil’in kafasından bir sorunu olduğunu düşünerek onu tamamen haksız konuma düşürmeye çalışması hatta takiben Phil'in bir doktora gitmesini sağlaması buna örnektir.

Sıradan İnsanlar Filmi

Jarrett ailesi, büyük oğulları Buck’ı kardeşi Conrad ile gittiği tekne gezintisi sırasında çıkan fırtınada kaybeder. Bu kayıp, etkisini üç aile üyesi üzerinde farklı şekillerde gösterir. Olay sonrasında Conrad, yoğun suçluluk duygularıyla boğuşur, depresyona girer, intihar girişimde bulunur ve bir süre hastanede yatarak tedavi görür. Anne Beth, sanki olay hiç yaşanmamış gibi bir tavır takınır, olaya karşı duygusuz ve ilgisiz görünür. Baba Calvin ise sakin, uzlaşmacı ve koruyucu tavırlarıyla adeta bir denge unsurudur aile içinde… Fakat, olayın belirgin etkileri Conrad üzerinde sürmektedir ve onun çevresiyle olan uyumunu bozmaktadır. Bu nedenle Conrad, bir terapistten yardım almaya başlar ve bizler de film boyunca hem bu terapi sürecini ve Conrad’ın gelişimini hem de aile içinde değişen ya da bir türlü değişemeyen bireyleri ve ilişkileri seyretme imkanı buluruz…

The Fountain

Tür: Bilim kurgu, dram, fantastik
Yapım: 2006
Yönetmen: Darren Aronofsky
Senaryo: Darren Aronofsky, Arnon Milchan
Starring: Hugh Jackman, Rachel Weisz


Film üç ayrı zamanda farklı yüzyıllarda ölümsüzlük ve aşkı maya inançları ve mistik öğelerle irdeleyen, görsel efektleri, soundtrackleri ve simgesel anlatımıyla etkileyici bir film.

Dr. Creo nöroloji alanında araştırmalar yapan bir bilimadamıdır. Bir ekip ile birlikte maymunlar üzerinde beyin tümörlerini yok etmek amacıyla çalışmalar yapmaktadırlar. Bu amaçla yaptıkları bir deney sonucu kobay maymunun beyin tümöründe bir küçülme görülmemiş fakat maynum gençleşmiştir. Ama Doktor bu gelişmenin üzerine gitmeyi redderek tümörü yok etmeye odaklanmıştır. Bu aşamada anlıyoruz ki doktorun eşi beyin tümörüyle savaşmaktadır. Bir kitap yazımı üzerine çalışan izzi kitabı okuması için eşine verir ve hastalığı nedeniyle kitabını tamamlayamaz hale gelir. Tom karısının hayata döndürmek için çalışmalara devam eder, gecesini gündüzüne katarak hatta eşini ihmal ederek..

--Spoiler--
Filmde üzerinde konuşulabilicek oldukça simge var. En önemli simge yüzük. Yüzük evlilikte bağlanmayı ve kabul etmeyi simgelerken filmde ölümü kabullenmeyi simgeliyor. Üç ayrı zamanda filmin ana karakterini görüyoruz üç ayrı hikaye de erkek karekter sevdiği kadını kaybetmemek için savaşıyor.
İlk hikayede izzi vücudunu saran tümor sebebiyle hayatını kaybetmek üzereyken geçmiş zamanda yaşayan kraliçe ülkesini parça parça ele geçiren engizitörle savaşıyor. Burada kanser ve engizitör aynı özellikleri taşıyorlar. Ve erkek karekter iki hikayede de tam ölüm getiren nesneyi yok etmek üzereyken sevdiği kadın tarafından durdurulmaktadır. İzzi Tom'un o gece yanında kalmasını ister, oysaki labaratuara gitse ilacı bulacaktır. Kraliçe ise tam erkek karekter engizitörü öldürecekken onu geri çağırmıştır.
İzzi hikayeyi tamamlayamadan hayata veda eder ve kitabı tamamlama görevini eşine verir. Bu noktoda filmin eşitli yerlerinde duyduğumuz "finish it" repliği de anlam kazanmış oluyor.
Filmin geçtiği son zamanda ise Tom eşini kaybetmiş bir küre içinde yerle gök arasında bir yerde hayat ağacının yanında yaşamaktadır. Kaybettiği yüzüğünün yerine yaptığı dövme bence burada ölümsüzlüğü simgelemektedir. Çünkü Tom ölümü reddetmekte ve ölümün bir hastalık olduğuna inanmaktadır. Burada hayat ağacının izzi olduğunu düşünüyorum çünkü yönetmen izzinin ensesindeki saçların irkilmesiyle ağacın tüylerinin irkilmesini eşleştirerek bize izzinin mezarında büyüyen tohumla bir ağaca dönüştüğünü anlatmak istemiş. Tom da bu ağaçtan kopararak yediği parçalarla ölümsüzlüğe kavuşmuşmaktadır. Ölmek üzere olan Xiballba yıldızının patlamasıyla eşini tekrar hayata döndürmek ister. Burada erkeğin aksine kadın ölümü kabul etmiş ve kucaklamıştır.
Hayat ağacının (İzzinin) yıldızın patlamasına az bir zaman kala ölmesiyle Tom sevgilisini bir kez daha kaybeder. Bu noktoda Tom ölümü kabul eder ve ölen yıldızın kalbinde yaşamına son verir. Kayıp yüzüğü o an ortaya çıkar ve tom yüzüğü parmağına takarak ölümü kabul ettiğini gösterir. Böylece yarım kalan hikayeyi de tamamlamış olur.

Persona Filmi

Persona, latince kökenli bir kelime. Maske, bürünülen kişilik, rol, etrafa takınılan tavır anlamlarına geliyor.Filmde, tam anlamıyla tüm bunlar üzerinden çiziyor karakterlerini.İnsanların taşıdıkları, taşımak orunda oldukları rolleri, bunlarda ne derece memnuniyetsizde olsalar kendilerini bu konuda sürekli o rolün iyi olduğuna inandırdıkları ama kimilerininse “o” adımı atıp bir tepki-bir şekilde-verdikleri anlatılıyor.

Filmdeki iki temel karakterden biri Elizabeth Vogler (Liv Ullmann) aktris ve Alma ona bakmakla görevli hemşire(Bibi Anderson). Yönetmen Ingmar Bergman(1966)

Elizabeth Vogler bir oyun esnasında birdenbire konuşmamaya başlar. Hastanede üç ay kalır ama herhangi bir ruhsal ve fiziksel rahatsızlığı belirlenmemiştir.Elizabeth eve dönmek istememektedir(evli ve bir oğlu vardır).Hastanede de kalmasında bir yarar görmeyen doktor onu kendisinin deniz kıyısındaki evinde dinlenmesinin daha iyi olacağını söyler.Bunu için yanında ona bakacak genç, çok deneyimi olmayan hemşire Alma’yı görevlendirir, ve filmin bundan sonrası ikisi arasında açığa çıkan ilişkide düğümlenir.

I, Robot (2004)

Filmde travmatik bir olay yaşamış bir polis memurunu görüyoruz. Memur hala bu olayın etkisi altında, aynı sahneyi defalarca rüyasında görüyor, yaşadığı travmanın sorumlusu olarak gördüğü robotlardan nefret ediyor ve onlara hiçbir zaman güvenmiyor ve bu olayı hiçbir zaman unutmamak için kazada boğulan kızın kolyesini taşıyor. Hatta bir robotun bir kadına çantasını yetiştirmeye çalıştığı sahnede, küçük bir uyarana aşırı tepki verdiğini bile görüyoruz; herkesin robotlara güvendiği bir ortamda, o, robotun kapkaççılık yaptığını düşünerek peşinden koşuyor. Kahramanın bu özelliklerinin, post-traumatic stress disorder'ın özelliklerine oldukça uyduğunu düşünüyorum. Yine de, filmin sonuna doğru, polisin bu düşüncelerinin gerçekleştiğini görüyoruz. Ancak, bu sorunu aşmak için, robotlardan birine güvenmesi gerekiyor ve bunu başarabildiğinde gerçekten olaylar çözümleniyor. Psikolog da tam bu noktada devreye giriyor aslında. En başta Sonny, memura saldırdığında onu sakinleştirip sonra yavaşça aralarındaki ilişkiyi düzene sokmaya çalışıyor gibi geldi bana izlerken. Sonunda da, memurun güvenini sağlamayı başardı. Bundan sonra ne olacağını görmedik ama, robotlara karşı daha az saldırgan ve güvensiz olacağını öngörebiliriz.

The Man From Earth (2007) - Dünyalı

Hz. Muhammed'in bir mağarada ilk vahyi almasından sonra anlattıklarını dinleyen insanların ruh halini gözünüzde canlandırın. Muhammedin anlattıkları gerçek olabilir mi? Gerçekten o tek tanrı var mı? Tüm bu duydukları gerçek mi? Yoksa bu adam deli olabilir mi?

İşte The Man From Earth filmi tam olarak bu sahnenin bir benzerini içeriyor. Film tam olarak baştan sona bir odada geçiyor. Dinleyiciler gerçeklik sistemlerini, temel inançlarını tamamen değiştirecek olan sarsıcı öyküyü dinliyorlar. Yeterince kendini verebilen (başka deyişle ego sınırlarını kaybedecek kadar filmin içine girebilen) seyirci de aynı hissi deneyimliyor.